Hikayeler
Çocuklar uyuyordu. Kapının mandalını kaldırdı. Kapıyı da az kaldırarak kendine doğru çekti. Hafif bir gıcırtı çıktı. Kimseler uyanmadı. Zaten çocukları uyandırmak da istemiyordu. Memnun oldu. Dışarı çıktı. Kapsalığı kapattı. Kavaklıoluk'un içinden, yukarıya doğru, dar yollardan yürümeye başladı. Yoluna hızlı giderdi. Sonbaharın sonuydu. Kurak bir yaz geçmiş, yapraklar erken sararmaya başlamıştı. Yağmur yağmamış, göğ pur toprak un gibi olmuş, ayakkabısı, içine gömülüyordu. Denizden yaklaşık 500 metre yüksekteydi. Durdu, arkasına döndü. İskenderun körfezinde balıkçılar, tekneleriyle artık geri evlerine dönüyorlardı. Şehrin ışıklarının çoğu sönmüş, tek tük birkaç ışık görünüyordu. Hava iyice aydınlanmıştı. Her zaman olduğu gibi, çok güzel bir manzara vardı. Yukarı çıktıkça bu güzellik daha da artacaktı. Aşağıda da çok güzel bir deniz vardı ama onun yalnız güzelliğini severdi. Onlar yörüktüler. Deniz avını bilmezlerdi. Dağları, soğuk sularını, ormanlarını ve avlarını daha çok severlerdi. Uzakta, Yumurtalık tarafında, denizin üzerinden bir kendir boyu yükseklikte, bir küme bulut vardı. Bulutların alt kaideleri, birbirine sıkı sıkıya bağlanmış gibiydiler. Ortasında sanki büyük bir kubbe vardı. Rengi ise koyu siyahtı. Onun dışında gökyüzü açıktı. Bu bulutların içinde bir şimşek çaktı. Güçlü bir şimşekti. Sanki bulutu yırtıp dışarı çıkmış, kendini herkese göstermişti. * * * Murt çalılarının yakınlarında arap bülbülü seslerini duydu. Belki de ilk uyanan kuş onlardı. Karataka ve cuppalak kuşları da buralarda çokça olurdu. Kendisi avcıydı. Avı çok severdi. Ama bu kuşları avdan saymazdı. Karakata ve cubbalak belkiydi ama arap bülbülleri av sayılmazdı. En sevdiği av kuşu ise keklikti. Aklında bunlar varken bahrazlığı, dar yollarından, yüklü bir hayvanın zor geçtiği Kozluçukur'u geçti. Yollar taşlıktı. Sonra demircikleri, yabani kirazları gördü. Demen'e varmıştı. Hiç eğlenmedi. Isbatan'a doğru yürümeye devam etti. * * * Buralarını çok iyi bilirdi. Burda doğmuş, hayatı buralarda geçmişti. Buraya ilk olarak dedesi ile babası Yörük Hösün birlikte gelmişler ve ikisi de buradan, Gedikliler'den evlenmiş, bacanak olmuşlardı. Eski yurtları neresiydi? Başka çocukları var mıydı? Akrabaları kimdi ? Hiç sormamıştı. Söyleyen de olmamıştı. Dokuz kız, üç erkek kardeşi vardı. Kendisi erkeklerden en büyüğü idi. Kışları Kavaklıoluk'ta kalırlardı. Kavaklıoluk çok büyük bir köy sayılmazdı. Beylan Beyliğinin Abacılı Uğurlu muhtarlığına bağlıydı. Bir ara Payas beyliğine de bağlanmıştı. Herkes kışın burada kalırdı. * * * Artık Horuz Çukuru'ndaydı. Arzı Beli'nden Daz'a, oradan da Horuz Çukuru'na ulaşmıştı. Güneş epeyce yükselmişti. Burası Gavur Dağları'nın en yüksek yeri değildi ama burası sınırdı. Arkasında Amik Ovası ve Kırıkhan önünde ise Körfez ve İskenderun vardı. Temis sıcağında bile burası çok serindi. Çok yakında su yoktu. Suyu hayvanlarla biraz uzaktaki kaynaktan getirirlerdi. Ama burada fazla susanılmazdı. Nedenini de bilmiyordu. Çok duman da olmazdı. Aşağıdan yukarıya koşarak gelen duman, burada kaybolup giderdi. Sanki ağzını büyükçe açmış bir canavar burada onları yutardı. Sırtındakileri çıkardı. Ayaklarını uzattı. Bir oymak ev vardı. Ama şimdi hepsi boştu. İçlerinde hiçbir şeycik yoktu. Zaten göçerken neleri var neleri yok toplayıp göçerlerdi. Birlikte gelir, birlikte giderlerdi. Hiçkimse "ben biraz daha kalacağım" ya da "benim işlerim var, önce gideceğim" diyemezdi. Hatta bir keresinde köyden biri bir gün önce göçmüştü de eniştesi - kız kardeşi Fatma ile evliydi - İsmail Ağa adamlarını yollamış, geri getirtmişti. Adam bir gün sonra, herkesle birlikte yeniden göçmüştü. Kural buydu. Herkes bu kurallara uymak zorunda idi. * * * İkindiye kadar çevreyi iyice dolandı. İstediği kadar av bulamamıştı. Son bir kez daha dolandı. Bir şeycikler yoktu. Yönünü aşağıya doğru çevirmişti. Bir yandan bakınmaya devam ediyor bir yandan da yürüyordu. Otlu Çukur'da bir tavşan buldu. Ama kendisi için bu av yeterli değildi. Eve dönme zamanı yaklaşıyordu. Şimdi yola çıksa akşam ezanında evde olurdu. Küççüğün Keli'sinden aşağıya doğru indi. Somurgaçlar etrafta çoktu. Yaprakları dizden aşağıya doğru elbisesine iyice yapışmıştı. İçlerinde tavşan ya da keklik olur mu, diye etrafına bakınarak sessiz sessiz yürüyordu. Demircik Dibi tarafına dönmedi. Artık aklı gitmekteydi. Bali'ye geldi. Harmana oturdu. Bir yandan "Kalsam mı?" diye de düşünüyordu. * * * Şimdiye kadar çok ava gitmiş ama hiç böyle olmamıştı. Ava gidip de yeterince avlanmadan döndüğü olmamıştı. Keklik bulamasa bıldırcın bulur ya da en az iki tavşan avlardı. Bugün nedense istediği şekilde av yapamadı. Aklı keklikteydi. Oturmuştu. Düşünüyordu. "Akşam üzeri" dedi kendi kendine, "bu hayvanlar suya gelebilirler." Kalktı. Gitti ve suya yakın bir yere evsin kurdu. Bekledi. Bekledi. Ama yine gelen giden olmadı. Gün batmak üzereydi ki tekrar Bali'ye harman yerine döndü. Bugün burada kalmalı ve sabah erkenden bu keklikleri bulmalıydı. * * * Yorulmuştu. Aslında kendini yoran yürüme değildi. İstediği avı bulamamış, bu kendini daha çok yormuştu. Artık kalmaya karar vermişti. Eşyalarının üzerini darı kemeşiyle iyice örttü. Tüfeği yanındaydı. Geri kalanları da kendi üstüne örttü. Dışarıdan bakan burada birisi varmış diyemezdi. Yırtıcılardan ve soğuktan iyice korunmalıydı. Çok şükür ki şimdiye kadar çok ava gitmiş, dağlarda yalnız kalmış, kötü bir şey olmamıştı. Ama yine de tedbiri elden bırakmamak gerekirdi. Her zaman tedbirli davranırdı. Vakit ne zamandı, bilmiyordu. Uyumuştu. * * * Aklından "İyi uyudum, sabaha yakındır." diye geçti. Gözlerini açtı. Her yer zifiri karanlıktı. Dışarıdan hiç ışık sızmıyordu. Sabah olmasa bile ayın aydınlığı olmalıydı. Ama hiçbir şey görünmüyordu. Çok karanlıktı. Tüfek elinin altındaydı. Onu hissetti. Hafifçe sağına dönmek istedi. O da neydi? Dönemedi. Üzerinde akıl almaz büyüklükte bir ağırlık vardı. Kıpırdayamıyordu. Bu ne olabilirdi? Olsa olsa bu ağırlıkta sırtlan olabilirdi. İlk aklına gelen bu oldu. Sırtlandan çok korkardı. En korktuğu canavardı. Bu dağlarda da sıkça görülürdü. Davarı gattan atan bir tutam ottu. Bir keklik uğruna başına bunlar gelmişti. Bu sırtlandı. Başkası olamazdı. Tam da üstüne yatmıştı. Kımıldayamıyordu. Tüfeği bir eliyle iyice kavradı. Akşam doldurmuştu. Hazırdı. Son gücüyle kalkıp, bu sırtlanı alnının çatından vurmalıydı. Başka yapacak bir şeyi de yoktu. Kapana kısılmıştı. Tam da öyle yaptı. Tüfeği iyice kavradı. Can havliyle, öyle bir kalktı ki dimdik ayakta idi. Çatlarcasına atan kalbi durmuş, dudaklarının titremesi geçmişti. Dudaklarında hafif bir gülümseme belirmişti. - Aman Ya Rabbi, dedi. Her yer bembeyazdı. Kar yağmıştı.
Uyanmıştı. Eşi Ağustos'tan beri yatağa bağımlı hastaydı. Uyuyordu. Uyandırmak istemedi. Ayakucu tarafında duvarda asılı duran saate baktı. - Üç buçuk, dedi. Sabaha çok var. Sessizce kalktı. Lavaboya gitti ve usulca geri yatağa girdi. Yorganı üstüne örttü. Uyumuştu. Ani bir sarsıntı ile uyandı. Binanın altından, duvardan ve tavandan korkunç gürültüler geliyordu. Her taraftan gıcırtılar duyuluyordu. Yatak, aşağıdan yukarıya, sağdan sola sallanıyordu. Dışarıda bu yaşına kadar duymadığı, uğultulu bir rüzgâr vardı. Soğuk bir hava, rüzgârla birlikte içeri girmiş, perdeler, bir o yana bir bu yana uçuşuyordu. Evin arka tarafındaki nar ağacının dalları olmalıydı, arka pencereye sopayla vuruyor gibi sesler çıkarıyordu. İlk aklına geleni yaptı. Ne olacaksa birlikte olacaktı. O kalkamazdı, kendisi de onu öyle bırakamazdı. Hasta eşinin üzerine kapandı. Yatak, bir o yana bir bu yana gidip gelmeye devam ediyordu. Elbise dolabının üzerindeki eşyaların, üzerlerine düşmesinden korktu. Onlardan korunmak için yastığı başının üstüne koydu. Sarsıntı durmuştu. Çok geçmedi yeniden başladı. Bu anda yaptıkları tek şey duaydı. Yasin Suresi'ni sesli okumaya devam ettiler. Sallandılar da sallandılar sanki hiç bitmeyecek gibiydi. Cep telefonu her zaman elinin ulaşacağı kadar yakınındaydı. Kırk yedi yıllık evliydiler ve yedi yıl önce karısı kansere yakalanmıştı. Üç yıldır ise hastalığı kötüleşmişti. Eşine kendisi bakıyordu. Hemen iki oğluna mesaj yazdı. Bir de kızı vardı ama o uzaklardaydı. - Biz iyiyiz. Siz nasılsınız? Yataktan hızla kalktı pencereden komşu evlere baktı. Binalar yerinde duruyordu. Yıkım yoktu. Rüzgârdan açılan pencereleri kapattı. Elektrikler kesilmiş, kombi sönmüştü. Sular da kesilmişti. Hızla mutfağa ve diğer odalara gitti. Etrafa baktı. Yalnızca oturma odasının duvarındaki saat yere düşmüş kenarı biraz kırılmıştı. Açılan kapıları ve pencereleri iyice kapattı. Hızlıca yatak odasına geri döndü. Telefon çaldı. Arayan büyük oğluydu. - Baba biz dışarı çıktık. Okulun yanında, arabadayız. Gelip sizi de alalım. - Oğlum bu soğukta annen arabada ne yapacak? Zaten hasta. - Deprem nerede olmuş? - Maraş’ta. - Bize epey uzak. İlkini atlattık. İnşallah bir daha olmaz. Annenin dışarı çıkması da hiç iyi olmaz. Şimdilik biz burada kalalım. Depremden çok şükür yara bere almadan kurtulduk diye düşünürken telefon tekrar çaldı. Arayan küçük oğluydu. Yeni düğün yapmışlardı. - Baba nasılsınız? - İyiyiz çok şükür. - Baba evden bir an önce çıkın. - Nereye gideceğiz? - Baba biz evden zor güç çıktık. Yatılı misafirliğe gitmiştik - Neredesiniz şimdi. - Baba biz Kırıkhan’dayız. Depreme orada yakalandık. Kapıyı zor güç açıp dışarı çıktık. Çok şükür bir şeyimiz yok. - Tamam. Şimdi kapatıyorum. Şarjım bitmesin. Oğlunu zor güç ikna etti. Evden çıkın diye ısrar ediyordu. Çok korktuğu belliydi. Deprem yerini artçı sarsıntılara bırakmıştı. Ara ara sallanıyordu. Kalktı Abdest aldı. Sabah namazını kıldı. Sonra yatağa girdi. Kendisinin ve eşinin üzerini örttü. Yatakta uzanmaya devam ettiler. Bu arada içerde hava iyice soğumaya başlamıştı. Tekrar telefon çaldı. - Emmoğlu nasılsınız? - İyiyiz çok şükür. Sizler nasılsınız? Çevremizde yıkım görünmüyor. İskenderun’un içinden bir haber var mı? - Bizim sokakta yıkım yok ama şehir kötü diyorlar. Bir iki saat sonra artçı sarsıntıların şiddeti azalmış, kendileri de sakinleşmişlerdi. Eşini engelli arabasına bindirdi. Oturma odasına götürdü. Pencerenin önündeki kanepeye yatırdı. Dışarıyı gözetlemeye başlamıştı. Apartmanın önünde yeğenini gördü ona seslendi. - Bina nasıl? Yıkık çatlak var mı? - Yok bir şey. İyi görünüyor. Rahatlamıştı. Dışarı çıkmak istemiyordu. Mutfağa gitti. Ocağa baktı. Yanıyordu. Çay koydu. Dünden kalan biraz ekmek buldu. Kahvaltılıkları buzdolabından çıkarttı. Kahvaltı hazırladı. Tepsiye koyup oturma odasına götürdü. Sokak bomboştu. Ne insan ne araba vardı. Karşı apartmanda da kimsecikler görünmüyordu. Elektrik ve doğalgaz olmaz ise soğukta ne yapacaktı onu düşünüyordu. Öğleüzeri olmuştu. Büyük oğlu ve torunu birlikte geldiler. Biraz durdular ve geri döndüler. Dış kapıdan daha çıkmamışlardı ki güçlü bir sarsıntı başladı. Kanepede yatan hasta eşi salıncakta gibi bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Tavandaki lamba da aynı şekilde sallanıyordu. Kendisi ayaktaydı. Eşine: - Korkma geçer, dedi ama hiç de geçmiyordu. On beş dakika kadar geçmişti ki telefon çaldı. - Baba. Annemi teyzemgile götürelim mi? - Tamam oğlum gelin. Ben de hazırlanayım. Hemen alelacele giysileri, ilaçları, gerekli olanları toparladı. Çocukları geldi. Annelerini hasta arabasına koyup merdivenden aşağı indirdiler. Arabanın arka koltuğuna yatırdılar, teyzelerinin tek katlı evine götürdüler. Burası eşinin babasının evi idi. Şimdi eşinin kız kardeşi oturuyordu. Hastayı, yaşlı dut ağaçlarının arasından eve çıkardılar. Tek katlı küçük bir evdi. Önünde büyük bir giriş avlusu vardı. Buradan körfezin güzelliği muhteşem görünüyordu. Fakat rüzgâr denizi coşturmuş, deniz dalgalanmış, masmavi olmuştu. Soğuk insanın içini kavuruyordu. Evde yaklaşık otuz kişi vardı belki de daha fazla. İnsanlar evlerini terk etmiş yol kenarlarında, arabalarının içerisinde idiler. Mahalleler, sokaklar tamamen bomboştu. Boş araziler artık yeni sığınma yerleri idi. İki yıl devam eden salgında ise herkes birbirinden köşe bucak kaçmış, dedeler torunlarını kucaklayamamış telefonlarla görüşmüşlerdi. Şimdi ise yeniden bir araya geliyor, toplanıyor ve birbirlerine kenetleniyorlardı. Bir bilinmezlik içerisinde idiler ve şaşkındılar. İçerde odun sobası yanıyordu. Hastayı oraya yatırdılar. Soba dışardan bakınca alev topu gibi olmuş fakat içeriyi yeterince ısıtmıyordu. Hava o kadar soğuktu. Dış avluya da bir soba kurulmuş avlunun etrafı kilim, battaniye ve benzeri eşyalarla çevrilmiş, soğuktan korunmaya çalışılıyordu. Ama çabalar pek de sonuç vermemişti. Artçılar devam ettikçe evden dışarıya kaçışmalar da devam ediyordu. Herkes tedirgin bir bekleyiş içindeydi. Burada üç gün kaldılar. Üçüncü günün sabahı. - Oğlum anneni Kırşehir’e kardeşinin yanına götürelim. Burada yeterince bakamıyoruz. - Baba biz de gelelim o zaman. Hazırlandılar. Hastayı arabanın arka koltuğuna yatırdılar. Kendisi de eşinin ayaklarını kucağına aldı. Ön koltuğa oğlunun eşi ve iki çocuğu sığıştılar. Zorlu bir yolculuktan sonra Kırşehir’e geldiler. Martın sonu idi. Depremden yaklaşık iki ay sonra eşi Kırşehir Hastanesi'nde vefat etti. Defin için gerekli izinler alındı. Ertesi gün cenaze yıkandı. Cenaze arabası ile birlikte memlekete döndüler. Cenazeyi köyün kadim mezarlığına gömdüler. Evin önünde taziyeyi kabul ettiler. Tedirginlik hâlâ devam ediyorsa da artık hayata yeniden alışılıyordu. Aksaklıklar olsa da hasarsız binalara elektrik, doğalgaz ve su yeniden bağlanmıştı. Bu bölgede yıkım olmamıştı fakat ağır hasarlı bina çoktu. Kırşehir Hastanesi'nde, randevu aldığı doktorun en son hastasıydı. Cenazeyi defnettikten bir hafta sonra kızının yanına geri dönmüştü. Doktorla vedalaşmak istiyordu. Adamın biri, bu yaşlı adama sırasını vermek istedi. O kabul etmedi. Doktorun yanındaki hasta çıkınca kendisi içeri girdi. - Merhabalar doktor hanım. Bu kez veda etmek için geldim. Eşime ilgi gösterdiniz, hastaneye aldınız. Ondan dolayı bana da çok ilgi gösterdiniz. Eşimin hastalığı döneminde kendime iyi bakamadım. O nedenle tedavi için beş altı kez geldim. Çok teşekkür ediyorum. Sanırım bir daha görüşemeyiz. Bilet aldım, yarın İskenderun’a dönüyorum. Hoşça kalın. Gözler yaşarmıştı. Mutlu bir hayatı olmuştu. Aklına o güzel günler geldi. Onun ölümünden sonra çok ağlamıştı. Ona şiirler yazmış, hikâyesinde onun hayatından kesitler anlatmıştı. O her işin üstesinden gelen becerikli bir kadındı. Özverili idi. Onu çok sevmişti. O da kendini öyle severdi. Ama artık o yoktu. Yapayalnız kalmıştı. Önünde bilinmeyen, yeni bir hayat vardı. Her ne kadar yaşlanmış olsa da yaşamayı seviyordu. Allah’a hayırlı, uzun bir ömür için dua ediyordu. Yeniden başlamak, hayallerinin ardından yürümek istiyordu.
Körfezde gün batıyordu artık. Deniz çarşaf gibi serilmiş, üzerine bir ressam boyalarının tümünü dökmüş de karıştırmış sanacağınız güzellikte bir manzara. Kahverengiden kırmızıya kadar renk ahengi. Karşınızda bakmaya doyamayacağınız bir güzellik var. Denizden üç yüz metre kadar yükseklikte yedi evlik bir aşşaki (aşağıdaki) oba var. Evleri daha önce daha yukarıdaki köyde idi. Tarlalarının üzerine yeni evler yapıp portakal bahçesi ekmişlerdi. Günü bitirip geceye hazırlanıyorlardı. Körfez buradan bakınca da daha bir güzel görünüyordu. Güneşin battığı yerin biraz sağında belli belirsiz Yumurtalık, sol tarafa doğru döndüğünde ise iskele (İskenderun) görünürdü. Deniz, doğuya doğru girinti yapıyor, sahil şeridindeki ışıklar şehri bir başka güzel gösteriyordu. Camilerin minareleri de öyle. Çifte Minareli Hamidiye Cami'nin ışıkları akşam namazında yanar, yatsı ezanından sonra sönerdi. Yandığında şehrin üzerinde asılı iki güzel küpe gibi dururdu. Bu obanın en güneyindeki evde akşam yemeği hazırlığı yapılıyordu. Bez sofra, döşemesi tahta olan batı kenarındaki odanın sağ kenarına serildi. İki katlı taş duvarlı binanın alt katında hayvanlar için yapılmış bir ağıl ve bir de saman ve ot koymak için bir depo bulunuyordu. Bu depoda ayrıca hayıtlık ve zakkum ağacından yapılmış portakal küfeleri depolanırdı. İki odalı evin girişinde büyükçe bir avlu vardı. Batıdaki odanın güney ve batı tarafında camlı iki pencere vardı. Ev sahibi nalbantlıktan duvar örmeye kadar her işte becerikliydi. Kırk altıda köyde evin yerini satıp evin malzemeleri ile buraya kardeşine ve kendine birer ev yapmışlardı. On metre uzunluğunda sade çıradan tavanda kötellerin (ağaç kiriş) altında ma (ağaçtan büyük kiriş) vardı. İlk defa toprak damın altındaki çapkıların (Küçük kısa ağaç dalı) yerine kamıştan hasır örmüş daha temiz bir tavan görüntüsü vermişti. Elli santimetre genişliğe varan taş duvarın iç kısmını da güzelce sıvamıştı. Batı tarafındaki pencerenin hizasına bir ışık asılmıştı. Evin büyük kızı ışığı pencereye koydu ve camını yumuşak bir bezle sildi, şişedeki gaz yağına ve fitiline baktı. Işık camının arkasındaki yuvarlak aynayı da iyice sildi. Artık ışık yakılabilirdi. Diğer köylerde olduğu gibi şehre on kilometre mesafedeki bu köyde de elektrik yoktu. Diğer oda mutfak ve banyo olarak kullanılıyordu. İç batı tarafına bir puhara (odun ocağı) yapılmıştı. Soğuk kış günlerinde de ısınmak için kullanılıyordu. Ocakta yemek pişmişti. Hemen ocak demirinin üzerine ekmek saçı kondu. Yeterli çörek pişirilip diğer odaya geçildi. Hep beraber yemek yenilip kalkıldı. Evin kadını her zaman yemek için acele ederdi. Konuşmayın, yemeğinizi yiyin diye tembih etmeyi unutmazdı. Güneşin kendisi kaybolmuştu ama ışıkları halen denizin üzerinde ve gökyüzünde görünüyordu. İskele de cami ışıkları ve sokak aydınlatma lambaları da yavaş yavaş yandı. Evden bakınca her tarafta kızıllık vardı. Sonbahar körfezi o kadar güzelleştirmişti ki insana doyumsuz bir yaşam zevki veriyordu. Hava ılık ve durgundu, rüzgâr da yoktu. Bölgede üç çeşit rüzgârdan söz edilebilir. Yazın esen meltem, kışın esen yarıkkaya ya da şark ve poyraz. Meltem, tüm yaz boyunca Doğu Akdeniz’de düzenli olarak esen güney batılı rüzgârdır. Özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında hem çok düzenli hem de kuvvetli olarak eser. İnsanı rahatsız eden bir rüzgâr değildir. Yarıkkaya ya da şark yeli. Deli deli, etkili bir şekilde esen bir rüzgârdır. Yarıkkaya aslında İskenderun’da kıyıya dik Amanos Dağı eteklerinde iki dağın arasında oluşmuş derin bir yarıktır. Deniz yüzeyinden yukarıya dağın birden yükselmesi yazın dağda nemli duman oluşumuna, kışın da sert esen bu yarıkkaya ya da şark yeline neden olmaktadır. Poyraz kış aylarında çok etkilidir. İnsanın kemiklerini sızlatır. Esiyorsa neyin var neyin yok giyinmelisin. Çok gerekmedikçe dışarıya çıkmamak gerekir. Kapı çaldı. İçeri giren kısa zayıf yapılıydı. Selam verdi. - Hoş geldin Hösün. +Hoş bulduk Dayı. - Buyur otur. Işığın hemen altına bir minder ve yastık kondu. Ufak çocuklar gelenin ellerinden öptüler. Kendisi de yastığa dayandı ve bu arada kapı tekrar çaldı. Gelen uzunca boylu zayıf esmer biriydi. Selam verdi. Hösün ona da "Nasılsın Dayı?" dedi. Artık gece kendini göstermiş şehrin ışıklarından etkilenmeyen yerler karanlımıştı. Şehir ışıkları uzak mesafeden de olsa buraları aydınlatıyordu. Oda bayağı kalabalıklaşmıştı. Kadınlar ve çocuklar duvar kenarına sıra sıra dizildiler. Hösün’ün gözünü uyku tutmuştu. Biraz uyukladı. Sabah namazla birlikte kalkar Gasana’ya (Gaz Hane – Petrol Ofisi) çalışmaya giderdi. İşten de geç vakit gelirdi. “Hösün uyumadan yapamıyorsun. İstanbul’a gittin. Anlat bakalım. Ne gördün? Ne yaptın?” Hafif uyku rahatlattı. Doğruldu. Etrafına bakındı. “Dayı anlatacak çok şey var. Önce Şefik Bey'in hepinize selamı var. Beni iyi bir ağırladı gezdirdi.” Şefik Bey deniz birliğinde sağlıkçı astsubaydı. Bir zaman önce ona evlerinde bir oda vermiş orada eşi ile birlikte kalmıştı. Dost olmuşlardı. Mektuplaşıyorlardı. “Akşam otobüsünden bilet almıştım. Garajda otobüsün Anteke'den (Antakya) gelmesini bekledik.” diye başladı. Otobüsün garajdan ayrılışına kadar olan zamanı anlatması neredeyse on beş dakika sürdü. Sanki yazılı bir kitaptan okuyor gibi tüm ayrıntıları anlatıyordu. “Yanıma bir tutacağı ve birde asma kilidi olan tahtadan yapılmış valiz almıştım. İçine bahçeden topladığımız şeker portakalı ile mandalin (mandalina) koydum.” dedi. Anlatmaya devam ediyordu. Adana’ya varmıştı. Böyle giderse yirmi dört saat İstanbul’a varmasına yetmeyecekti. Dayısı dayanamadı. “Hösün” dedi. “Biraz atlayarak gitsen. Biz İstanbul’u merak ediyoruz.” Adana’yı atladı ama Tekir’e çıkışın nasıl zor olduğunu etraflıca anlattı. Beyni sanki tüm yolculuğun fotoğrafını çekmişti. Ona bakıyor oradan anlatıyor sanırdınız. Hiçbir şeyi atlamadan tüm ayrıntıları söyledi. Ama dinleyenlerin o kadar zamanları yoktu. Akşam erken yatıp sabah işlerine bakmalı idiler. Nihayet. Anlatılması gereken çok şey vardı ama İstanbul’a ulaşıldı. Otobüs durağındaki bağırış çağırışı söylemeden olmazdı. Sanki dünya oraya toplanmış da oradan yeniden dağılıyor gibi gelmişti. Simsarlar birini çekiyor öbürünü bir yerlere sanki zorla götürüyorlardı. Bunları unutamazdı. Aklına WC geldi. Şeklini, konumunu anlattı. Girdiği yeri de anlattı. Kapı arkalarındaki yazıların müstehcen olmayanları da söyledi. Ödediği para miktarını da söyledi. Masadaki kolonyanın markasını söyleyecekti ki. Dayısı dayanamadı. “Çık hösün şu tuvaletten artık yahu.” Dedi. “Gece yarısı oldu.” Dayısı bayağı kızmıştı. Sert sert konuşuyordu. “Biz İstanbul’un tarihi yerlerini, camilerini, boğazı, Haliç'i merak ediyorduk. Sen bize WC anlatıyorsun. Artık bunları başka zaman anlatırsın. Çok geç oldu. Artık gitmeliyiz.” dedi ve kalktı. Bir akşam oturması sona ermişti. Denizle birlikte şehir pırıl pırıldı. Körfezin şehre yakın yerlerinde gemiler vardı. Devasa petrol tankerleri, daha küçük yük gemileri. Balıkçı tekneleri. Işıkları hem kendilerini hem de çevresini aydınlatıyordu. Elektriği olmayan bu yerleri ışıtıyordu. Dileğimiz o ki, gün olur bir gün, bu insanlar da bu güzel nimetten faydalanır. Hayatları kolaylaşır, mutlu bir hayat sürerler.
Kara kuru çelimsiz on iki on üç yaşlarında bir çocukla yeşil gözlü kırmızı yanaklı gür siyah sakallı, saçları biraz sarıya yakın renkte orta yaşlarda bir adam birlikte hayvanlarının önünde yürüyorlardı. Adam öndeydi. Arkasında ise zayıf kemikleri çıkmış bir katır vardı. Katırın sırtında iki dolu domates sandığı ile semerin ortasına konmuş içinde seçilmiş iri domatesler bulunan hayıtlık ağacından yapılmış irice bir sepet vardı. Arkadaki kısrak ise önde yürüyen çocuğun aksine bakımlı ve küheylan bir hayvandı. Ona da iki sandık ile birlikte bir sepet domates yüklemişlerdi. Sepetin altında da Yörük dokuması boş bir heybe vardı. Ay tam alınlarında yusyuvarlak ve her tarafı gündüz gibi etmişti. Yıldızlar sönüktü ve çok azı görünüyordu. Yayladan yokuş aşağıya taşlı patika yoldan nal şakırtısıyla Allı´nın deresine doğru indiler. Yolun burasını geçerler ise bundan sonrasını korkmadan gidebilirlerdi. İlk defa bir gece yolculuğuna çıkan çocuk böyle düşünüyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Çocuk dereye doğru yaklaştıkça kısrağın yularına daha sıkı sarılıyor karanlık gecelerde, yarı aydınlık ocak başlarında anlatılan, cin hikâyeleri aklına geliyor, tedirginliği ve korkusu biraz daha artıyordu. Akşam yemeğinden hemen sonra yatmışlar gece yarısı geri kalkmışlardı. Yüklerini hayvanların sırtına yükleyip yola koyulmadan çocuğun anası sıkı sıkıya alacaklarını tembihlemişti. İstenilenler; bir şişe gaz yağı, üç kalıp sabun, üç kilo şeker, bir kilo tuz ve biraz da yiyecekti. Ayrıca diril, basma gibi giyecekler ve fistanlık da istemişti. Kırmış, fıstık, lokum, sucuk, helva ve somun ekmek en bilinen yiyeceklerdi. Sabah ezanı okunmadan şehirde olmalıydılar. Sattıklarının parasıyla da siparişleri alacaklardı. "İki yer tehlikelidir." dedi. Adam ilk kez konuşuyordu. "İşte biri bu dere biri de Kerkip´in aralığı. Bu derede cinler olur, Kerkip´in aralığında ise zehirli yılanlar." Adam konuşmasa daha iyiydi. Şimdi çocuğun korkusu ve tedirginliği daha da artmıştı. Bu dereyle dair anlatılanları ve sonra da yakın komşuları olan Jandarma Nuru ile ilgili anlatılan o cin hikâyesi aklına geldi. İçinde bir ürperti hissetti. Demek ki cin vardı ve bunu en yakın komşularından biri görmüştü. Anlatılana göre olay şöyle olmuştu. Akşam Jandarma Nuru, abisi ve çocukları ile birlikte evlerinde fannis ışığında otururken dereden yukarıya doğru gelmekte olan davullu zurnalı bir kalabalığın sesini duyarlar. "Bizim köyde ya da yakın köylerde bildiğimiz duyduğumuz bir düğün var mı hanım ?" der. Jandarma Nuru. "Yoksa bizim mi haberimiz olmadı?" Jandarma Nuru, düğün dernekten hoşlanan birisidir. Onsuz düğün olmaz dense yeridir. Tüm düğünlerde bulunur ve kendisine has oyunlarını oynar ve herkes de pür dikkat kendisini seyrederdi. Seğmenler, davullar ve zurnalarla, evin hemen yanına gelmiştir. Abdallar, oynak Kırıkhan oyun havaları çalmaktadırlar. Seslere bakılırsa da, bunlar yukarıya doğru gitmektedir. Yukarıda kimin düğünü var? Bugün ve bu akşam saatinde bunlar nereye ve kime gitmektedir. Düğünler, buralarda, hamis günü yapılmaz. Bunlar da kim olabilir? Jandarma Nuru evde, çoluk çocuğun seslerine değil de gelen davul zurna sesine kulak vermiş onları dinlemekte ve bunları düşünmektedir. Evet, bunlar kesin olarak bir düğüne gitmektedirler deyip hemen hazırlığa başlar. Ceketini, postalını giyip dışarıya çıkar. Bu ara abisi içerden seslenmiş onun söylediklerini duymamıştır bile. "Yahu nereye gidiyorsun diyorum hiç ses vermiyorsun?" Diye sertçe çıkışır. "Duymadım." der. "Tabii duymazsın gene davulun sesini duydun. Her şeyi unuttun. Yarın çifte gidecektik. Bu düğün işi de nerden çıktı. Yahu sen bu işten vazgeçmeyeceksin. İşimiz gücümüz var. Senin aklın ise düğün dernekte." Söylenenlere hiç kulak vermez. Ha bire postallarının ipini bağlamaya uğraşmaktadır. "Yahu işi sonra yaparız. Dünyanın sonumu geldi." Der ve hızla derme çatma ağaçtan yapılmış dış avlunun kapsalığını kapatıp evin biraz öbür tarafında sesleri duyulan seğmene doğru yürümeye başlar. Ortalık iyice kararmıştır. Biraz yukarıya duman çökmüş tam olarak gidenler görünmemektedir. Koşarak kestirmeden yetişmeye çalışır. Nefes nefese kalmıştır. Ama bunlar nereye gidiyorlar diye bir taraftan da düşünmektedir. Bu yanda düğün yapacak birisi yok bu yolun sonu ormana çıkıyor. Bir hay edip yetişmeye çalışır ve arkalarından bağırır. "Nereye gidiyorsunuz? Bekleyin." Duyan eden olmaz. Doğruca ormana gitmektedirler. Bir daha can havliyle koşup en arkadakine yetişir ve bağırarak. "Yahu nereye gidiyorsunuz. Burası yanlış yol. Bu yol ormana gidiyor. Geri dönün." Der. En arkadaki adam. "Arkadaş sen gelmek istemiyorsan gelme. Bizim yolumuz bu yöne. Biz böyle gidiyoruz." Der ve ekler. "Al şu düğün lokumunu da en iyisi sen evine geri dön." Duman çökmüş ortalık zifiri karanlık olmuş göz gözü görmemektedir. Bir anda ses seda da kesilmiştir. Ortada ne düğüncü nede seğmen kalmıştır. Ne olup bittiğini anlamamış öyle kala kalmıştır. Bildik köyün köpekleri havlamakta ormandan gece kuşlarının sesleri gelmektedir. Yapacak bir şey kalmamıştır. Somurgaç çalılarının içinden yürüyerek eve geri döner. "Ne oldu? Neden geri geldin?" "Onlara ulaşamadım. Son bir adama ulaştım. Bu yol yanlış." Dedim. "O da bana sen gelme o zaman. Al şunu." dedi. "Neymiş o ?" Avucunu açtığında birde ne görsün. Taze hayvan pisliği. Onu görür görmez. "Bismillahirrahmanirrahim. Sen cinlerle karşılaşmışsın gardaşım." Der abisi. Jandarma Nuru tam kırk gün kırk gece ateşler içinde yatakta sayıklamış ve sonra iyileşmiştir. Çocuk bir yandan besmele çekip, dualar okuyor, bir yandan da bildiklerini unutmaya çalışıyordu. Ama nafile. Şimdiye kadar duyduğu tüm cin hikâyeleri, gözünün önündeydi. Hele dereye yaklaştıkça, içi ürperiyor, korkusu biraz daha artıyordu. Evet, bu dere cinli dereydi. Bir besmele daha çekti. Başka bir dua okudu. Nafile. Cinler aklından çıkmıyordu. Bu dere ile anlatılan da şöyle bir hikaye idi. Gene bir yaz günü Körfezin üzerinde güneşin nar gibi kızardığı zamandı. Güneşin batmasına çok az bir zaman kalmıştı. Şehrin üzerine sis çökmüş ormandan cırlavıkların kulakları tırmalayan sesleri geliyordu. Aşağısı çok sıcaktı ama yukarı yaylaya doğru çıktıkça hava serinliyordu. Biri katırlı biri yayan İskenderun´dan gelen iki kişi, bir saate yakın yoldaydılar. Bunlardan biri Damadın oğluydu. Katıra binmiş, biraz önde gidiyordu. İşte bu dereye gelmişlerdi. Derenin içlerine, güneş vurmuyordu. Ceviz ağaçlarının gölgeleri iyice karanlımış derenin arka tarafları görünmez olmuştu. Arkadan yayan gelen ağacın dibinde bir kımıltı hissetti. Durdu. İyice baktı. Yüzü tam seçilemiyordu ama birisi büyük taşın üzerine oturmuş kendisine eliyle gel işareti yapıyordu. Yoldan çıktı el edene doğru yavaş yavaş yürüdü. İyice görebilecek kadar yanına yaklaştı. Çıplak bir kadın bir eliyle saçlarını tarıyor diğer eliyle de işaret ediyordu. Aklından deredeki sudan yıkanıp elbiselerini mi kurutuyor diye geçti. Ama niye kendisini çağırsın ki diye düşündü. Aklı karışmış ne yapacağını bilememişti. Hızla geri döndü ve yola çıktı. Arkadaşının arkasından yetişmek için adımlarını sıklaştırdı. Islık çalarak ormana girdi. Büyük bahraz ağaçlarının altından geçti ve arkadaşına yetişti. O da katırını durdurmuş bekliyordu. Olup biteni bir solukta anlattı. Korktuğunu ve ne yapacağını bilemediğini söyledi. Katırın sırtında düşünceli düşünceli bir şekilde duran adam; Bak dedi. "Bence o bir kadın olamaz. Çünkü buralarda bu vakitlerde yalnız olarak soyunup çimecek bir kadın yoktur. Burada oturanları bilirim. Onlar su almak için buraya gelmezler. Evlerinin yanında pınarları ve yunakları var. Olsa, olsa bu bir cin olabilir. Cinden başkası olamaz. Bak bu yerde böylesiler çok görülüyor. Sende duymuşsundur. İyi ki ona yaklaşmadın. Seni çarpabilirdi." Çocuk, bunları düşünüyordu. Korkmamak için de kısrağın yularına sıkı sıkıya sarılarak hayvana daha da yaklaşıyordu. Böylece dereyi geçtiler. Rahatlamıştı. Bir hayvanın zar zor sığdığı, yamaç sıra giden patika yolda ayın aydınlığında yürümeye devam ettiler. Ve biraz gittikten sonra hem yollar düzelmiş ve hem de çocuğun içindeki korku biraz geçmişti. Sonra biraz ileriye vardıklarında gümüş rengine boyanmış denizi gördüler. Onu ayaklarının altında hissetti. Deniz o kadar yakındaydı ve çok güzel görünüyordu. Şehrin ışıkları kıpır kıpırdı. Bunları seyrederek yokuş aşağısına dolana dolana indiler. Üzerini ağaçların örttüğü, karanlıktan ne var ne yok tam görünmeyen köyün aralığında, yılanlardan korunmak için hayvanlarını önlerine kattılar ve kendileri de arkalarından yürüdüler. İndikçe sıcaklık artmış yaylanın buz gibi havasından bir eser kalmamıştı. Çekirgeler her tarafta koro halinde ötüyorlardı. Yol kenarlarındaki incirlerden birer ikişer kopardılar. Çamurlu yolları geçip köyün dışına çıktılar. İskenderun Körfezinde ışıkları sönmemiş iki büyükçe gemi ile lambaları belli belirsiz görünen balıkçı tekneleri vardı. Sağ salim şose yola varmışlardı. Kıyıyı takip ederek limanı geçtiler. Çay Mahallesinde kurulan hale vardılar. Daha sabah ezanı okunmamıştı. Yüklerini komisyoncularına indirip kendileri gibi köylerden yük getiren köylülerin gittiği Mercan Hana hayvanlarını bağladılar. Hanın hemen dışında helva ekmek satan bir dükkâna girdiler. İçerisinde on kişi vardı. Adam selam verdi. Çocukta arkasından girdi ve bir kenara oturdular. Sıcak somunun içine konmuş helvaları bir iştahla yediler. Karınları doymuştu. Adam ile çocuk beraber öğlen namazına 1864 de Kaptan Mehmet Paşa tarafından ahşaptan yaptırılmış tek şerefeli taş minareli şehrin bilinen ilk camisine gittiler. Sonra da komisyoncudan hesaplarını alıp sipariş edilenlerden yiyecek hariç diğerlerini satın aldılar. Çocuğun yiyecek almaya parası yetmedi. Hava çok sıcaktı. Sanki asfalt yeni kaynamışta yola dökülmüş gibiydi. Ayakkabılarına yapışıyordu. Elbiseleri sırtlarına yapışmış ikisi de boncuk, boncuk terliyorlardı. Yayla adamları için buralarda yaşamak çok zordu. Fırının hemen yanında dış kapıları camlı lokantaya girdiler. Karşılarında, biraz ileride kaymakamlık binası görünüyordu. Ön bahçesinde dört adet palmiye ile kırmızı sarı rengârenk açmış çiçeklerin içerisinde güller vardı. Ve hemen arkasında da masmavi bir deniz ve üzerinde taklalar atan martılar. Garson, sipariş almaya geldiğinde; "Ben güveç ile pirinç pilavı istiyorum." Dedi çocuk. Adam bu yemek adını nerden biliyor diye şaşırmıştı ve çocuk devam etti. "Babamla buraya daha önce gelmiştim. Yemeğin adını ondan biliyorum. Hoşuma gitti. Tas gibi kiremitten yapılmış kap içinde fırında pişirilip sıcak sıcak geliyor. İçerisinde patlıcan, domates, yeşilbiber, soğan, kuşbaşı etle, bolca diş, diş konmuş sarımsaklar var. Bak. Şu girişteki masada oturan da Lokantacı. Buranın sahibi. O babamı tanıyordu." Yemekten sonra çaylarını da içtiler. Gitme zamanı gelmişti. Yolda İmamın camide söylediği aklına geldi. İslam âlimleri, cinlerin tesirinden kurtulmak için Allah'a sığınmak gerektiğini belirtmişlerdir. Başka şeyler de söylemişti ama hatırladığı bu kadardı. Artık korkmuyordu, tedirgin de değildi. Hep birlikte geri dönüyorlardı. **** Amcasının oğlu yanında olmasa anası çocuğu yalnız başına şehre göndermezdi. Zaten Adama da gerekli tembihi yapmıştı. Anası ela gözlü, uzun boylu, kumral, babayiğit bir kadındı. Diri durur erkek gibi konuşurdu. Kocası öldüğünde otuz beş yaşındaydı. Eşi Memiş´in ani ölümü onu biraz daha güçlendirmiş her işin üstesinden gelecek bir dayanıklılık ve kendine güven kazandırmıştı. Babası da hatırı sayılır biriydi. Kızlığında orada epeyce bir görgü ve deneyim kazanmıştı. Nişanlısının ölümü üzerine Memiş ile evlenmişti. Memiş nişanlısının küçük kardeşi idi. Öldüğünde şu maniyi söylemişti. Evin önü çınar mola. Ateş yaksam yanar mola. Döne, döne ben ağlasam. Eller beni kınar mola. Cebine yiyecek doldurur bunları karşılaştığı çocuklara dağıtırdı. Evinde her zaman misafiri olur sohbeti ve ikramı pek severdi. Bazıları onun için erkek gibi konuşmayı da pek seviyor derlerdi. Bir güzel söz hoş bir eda. İnsanlar taş kovuğunda da yaşasalar yoklukta da olsalar varlıklı da hep aynıydılar. Söz söyleyenler ve sözden anlayanlar. Akşam kızıllığında ormana sessizlik çökmüştü. Koyun ve keçi sürüleri kavallarını azık çantalarına sokmuş yontulmuş düz değnekleri omuzlarında ha bire ıslık çalan çobanlarla birlikte çan sesleri kuzu melemeleri köpek havlamalarıyla köye doğru geliyorlardı. Her tarafta telaş içinde bağırıp çağıranların sesleri vardı. Burası yazın gelip oturdukları yayla yeriydi. Senenin altı ya da yedi ayını burada geri kalanını ise Akdeniz´e üç kilometre mesafede Amanos dağlarının eteğindeki köylerinde geçirirlerdi. Geçimleri hayvancılık ve ziraat üzerine idi. Yayla köyden yaya yaklaşık bir saat mesafede iki dere arasında bayırda bir sırta kurulmuş yirmi hane evdi ve dört kucak alacak kadar bedenleri bulunan büyük ceviz ağaçları çok eskilerden kalma erikleri armutları giriş de ise tarihi ve kimlere ait olduğu bilinmeyen eski mezarları vardı. Bir zamanlar birileri burada yaşayıp burada ölmüşlerdi. Onlardan geriye mezarlarında hâlâ çürümemiş birkaç kemikten başka hiçbir şey kalmamıştı. Bilinenin hepsi buydu. Belki de onların sözden anlayanları sözü dinlenirleri de vardı ama onlardan bize hiçbir söz ulaşmadı. Bildiğimizin hepsi de bu. Çocuk çetil ceviz ağacını geçip kapsalığı açtı ve kısrağı içeri aldı. Anası evin önüne çıkmıştı. Yükleri indirip duvarın dibine koydular. Semeri de biraz kenar yere indirdiler. Hayvanı da yan tarafta bulunan kazığa bağlayıp su ve saman verdiler. Çocuk dükkândan aldıklarını domates sandıklarının içerisine koymuştu. Götürdüğü heybeyi de öylece bomboş geri getirmişti. Kadın sandıktan boşalttıklarını içeri götürürken kocasının sağlığında birlikte mutlu geçen günlerini hatırladı. İçi ürpermiş gözleri nemlenmişti. "Bak. Oğlum Hasan." Dedi. Biraz kızgın ve öğretici bir eda ile. "Paran yoksa gölüğü sat şehirden eve gelirken heybeni doldur da gel. Yiyeceksiz eve gelinmez."
Sabah, yavaş yavaş ışımaya başlamıştı. Her gün olduğu gibi erken kalkmış, hazırlığını yapmış ve evden ayrılmıştı. Sırtında bir habe ile bir de avcar çentesi vardı. Habenin içinde hala sıcaklığını hissettiği, yağlı çökelik sokumu ile çörekleri vardı. Ekmekler azzık mendili ile iyice bağlanmıştı. Ve bunların yanında ayrıca bir tuz torbası vardı. Hanımı Sultan, gün ışımadan uyanıp, sırtına carayı, bir eline ırbığı diğer eline de helgini alarak, suyun yolunu tutmuştu. Su evden biraz uzakta idi. Toprak nemlenmiş, kaygan hale gelmişti. Çok dikkatli yürüyordu. Ayağına, altı lastik, üstü gönden yapılmış bir yemeni giymişti. Hızla suyu doldurup gelmiş ve ocağı yakmıştı. Hala kendisinden başka ortalarda kimsecikler yoktu. Erken kalkmaya alışıktı. Çünkü bu saatte yapılması gereken işleri vardı. Sonra çocukları uyandırdı. Üç azzık mendili hazırlamalıydı. Birini davarın arkasına gidenler için, birini oğlakların arkasına gidenler için, birini de akşamdan “Sabah erken ava gideceğim, ona göre hazırlık yap.” diyen kocası Yörük Mustuk için yapmalıydı. Ve tüm bunlar yapması gereken işlerdi. Sırtına astığı avcar çentesine ise av malzemelerini koymuştu. Bunları özenle kendisi hazırlamıştı. Bir miktar kavı vardı. Kavları dağlardan toplar, nerede iyisinin olduğunu bilirdi. Küçük bir çapıta çakmak taşı koymuştu. Ayrıca barut, saçma ve kurşunları da vardı. Avcarlarını sürekli kontrol eder hiçbir zaman eksik bırakmazdı. Av yapmayı çok severdi. Birkaç gün, ava gidip, dağlarda kaldığı olurdu. Issız dağlarda, tek başına kalmaya alışkındı. Ava gitmeden edemezdi. Güneşin kızıllığı yavaş yavaş Sivri’den görünmeye başladığında o epey bir yol gitmişti. Doroluğunun, üst tarafından geçmiş tatlı elmaya varmıştı. Gecenin sessizliği yerini, kuşların cıvıltısına, çobanların ıslık seslerine ve hayvanların boğazına takılmış çan seslerine bırakmıştı. Yukarı doğru çıktıkça ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Ayağında bir edik vardı. Ta dizlerine kadar sıkı sıkı bağlamıştı. Ama buralarda ağaçlar çok büyüktü ve dipleri yarı adam boyuna kadar gazellerle örtülüydü. Bu gazellerin altında hala kar vardı. Sıcak yaz günlerinde bu karlar toplanır yannıklara konurdu. Çünkü kar konmuş yannıklardan daha çok yağ çıkardı. Bazı seneler, tüm yaz boyunca buralarda kar bulunurdu. Gün çıktığında Kaledibi’ne varmıştı. Dereyi geçip ormana ulaştı. Buradan sonrasında artık ne çoban ıslığını ne de sürülerin çan sesini duyabilirdi. Günlerce kalsa bir insana rastlaması da mümkün değildi. Ama kendisi buraları çok iyi bilirdi. Onlarca kez gelmiş ve buralarda avlanmıştı. Yönünü yukarıya doğru çevirdi. Sık ağaçların bulunduğu yerden çıktı. Pürenleri geçti. Böğürtlenler olmuştu. Biraz onlardan yedi. Artık istediği yere gelmişti. İşine bakmalıydı. Bu dağlarda her çeşit hayvan vardı. Özellikle de kurt, çakal gibi küçük, yırtıcı hayvanların her türlüsünün olduğunu biliyordu. Onlardan bir çekintisi yoktu. Ama sırtlandan çekinirdi. Çünkü o çevik bir hayvandı. Onun için temkinli davranmalıydı. Akşam yaklaşıyordu. Güneş, binbir ışıkları ile mavinin içinde renklerin her türlüsünü gösteriyordu. Yukarıda gök mavisi, altta Dörtyol´un yemyeşil portakal bahçeleri ve arkada körfezin güzelim maviliği vardı. Çam kokuları her yeri sarmıştı. Havasıyla suyuyla, göğüyle deniziyle çok güzel bir yerdeydi. İstediği avı gerçekleştirmişti. Sırtında bir geyik, habesinde dört bıldırcın ve iki keklik vardı. En çok da keklik etini severdi. Aşağıya doğru yürüdü. Dereyi geçti. Derede su birikintisi vardı. Eğildi, sudan içti. Su çok soğuktu. Matarasındaki suyu boşaltıp yeniden doldurdu. Artık akşam için hazırlık yapmalıydı. Acele ile yürümeye devam etti. Yakınlarda büyükçe bir mağara vardı. Daha önce de buraya gelmiş, birkaç gece bu mağarada kalmıştı. Gecenin karanlığında güvenli bir yatacak yer olmalıydı. Burası güvenli bir yerdi. İçeri girdi. Biraz karanlıktı. Hala güneşin ışıklarının ulaştığı yerler vardı ama daha içerileri zifiri karanlıktı. Sırtındakileri indirdi. Başkasının ulaşamayacağı, yukarı bir yere yerleştirdi. Dışarı çıktı. Bir kucak, irisinden odun topladı. Ateşi alıştırmak için biraz da çam kozalığı ile pür getirdi. Mağaranın dip köşesine ateşi yaktı. Sırtından ceketini çıkarttı. Yanına yakın bir yere astı. Yattığında bununla üstünü örtecekti. Yorulmuştu. Biraz dinlendikten sonra kalktı. Yaktığı ateşe bir kaç odun daha koydu. Daha önce temizlediği geyiğin döşünden biraz et kesti. Kekliğin birini de, eline aldı. Önce kekliği ateşe koydu. Kalktı. Habesinden tuz torbasını da çıkardı. Tüfeğini aldı. İyice bir temizledi. Yeniden doldurup, yanı başına dayadı. Karnını doyurup, yarınki işine bakmalıydı. Şimdi artık yatma zamanıydı. Ateş çok güzel yanmıştı. Mağaranın ön tarafını ışıtıyordu. Özellikle de giriş kısmını. Arkada karanlık olan yerler de vardı. Ateşin üzerinde keklik ve biraz da geyik eti vardı. Güzel kokular geliyordu. Keklik pişmek üzereydi. Dışarıdan bir ses hissetti. Acaba bir canavar mıydı? Sırtlan olabilir miydi? Çıkıp bakmadı. Etleri çevirdi. Üzerlerine biraz tuz ekeledi. Etin üzerine biraz da kurumuş kekik ekeledi. Cızırtılarla beraber kekik kokusu her tarafa yayıldı. Az daha bekledi. Artık sabrı kalmadı. Kekliğin etini aldı. Bir parça ısırdı. Ama daha tam olmamıştı. Dışarıdan, yeniden bir ses duyar gibi oldu. Kulak kabarttı. Evet bir hışırtı vardı. Acaba ne olabilirdi? Tam bunları düşünürken mağaranın girişinde bir gölge belirdi. Evet bu bir canlıydı. Kapıdan içeriye bakıyordu. Bu en çok korktuğu sırtlan değildi. Küçük yırtıcı hayvanlardan da biri değildi. Bu kadar zamanlık ömründe, böyle bir şey görmemişti. İyice baktı. Evet bu bir canlıydı ama bildiği bir canlı değildi. Dışarılarda hiç ses seda yoktu. Baykuşlar bile ötmüyordu. Kocaman bir ormanın içinde yapayalnızdı ve o şimdi daha önce hiç görmediği canlı ile karşı karşıyaydı. Yaratık yavaş yavaş yürüyordu. Tam karşısına kadar geldi. Ne yapacağını bilemiyordu. Karşısında, insana benzeyen ama insandır diyemediği bir şey vardı. Saçları çok uzamış, omuzlarına kadar inmişti. Yüzü tam görünmüyordu. Üzerinde giysi de yoktu. Çırılçıplaktı. Bedeni yüzleri tamamen kıllarla kaplıydı. Pişmek üzere olan etlere baktı. Kekliği aldı üzerine biraz daha tuz ekeledi. İkiye ayırdı ve bir parçasını karşısında duran bu yaratığa uzattı. Bu çok sevdiği kekliği, hiç bilmediği birine veriyordu. İçinden bu da sana kısmetmiş diye geçirdi. Yaratık eti aldı tam karşısına çöktü. Hiç ses çıkartmıyordu. Uzun boyluydu. Belki de iki metreye yakındı. İri yapılıydı. Verdiği eti güzelce yedi. Avcının çantasında ekmeği de vardı ama çıkartmak aklına bile gelmedi. Geyik etinden biraz daha ateşe koydu. Diğerleri de pişmişti zaten. Pişen etten biraz daha aldı. Üzerine bolca tuz ekeledi. Bir daha uzattı. Onu da almıştı. Ve yiyordu. Sanki aralarında görünmez hafif bir yakınlaşma olmuştu. Aradan epey bir zaman geçti. Ocakta et kalmamıştı. Hepsi yenmişti. Eti verirken üzerine bolca tuz ekelemişti. Yaratık kalktı, hiçbir ses çıkartmadan mağaranın girişine doğru gitti. Herhalde gidiyor diye düşündü. Bu kadar tuza dayanması mümkün değildi. Susamış olmalıydı. Gitti. Karanlıkta kayboldu. Bir iki saat sonraydı. Dışarıdan sesler gelmeye başladı. Uyumamıştı. Nasıl uyuyabilirdi ki. Aklından türlü şeyler geçmişti. Kapının ağzında yeniden göründüğünde, pörsüyen ateşin hafifçe aydınlattığı bu yaratık, daha azametli ve büyük görünüyordu. Elinde çok büyük bir taş vardı. Sessizce içeri girdi. Doğruca ateşin yanında yatan adama doğru gidiyordu. Tedbirli davranmıştı. Gider gitmez hemen dışarı çıkmış, sağına soluna bakınmış, kimsecikler olmadığına emin olup büyük bir ağaç kütüğünü sürüyerek içeri getirmişti. Hemen ateşin yanına koymuş, üzerine daha önce çıkarttığı ceketini örtmüştü. Zaten ocak biraz sönmüş tam içerisi görünmüyordu. İlk bakışta uyuyan bir adama benzemişti. Tüfeğini alıp geriye doğru karanlık kısma gitmişti. Yanına da sağlam bir odun almıştı. Doğruca ateşin yanında yatan adama gidiyordu. Taşı başının üzerinde biraz daha yukarı kaldırdı. Son bir hızla kütüğe vurdu. Ceket paramparça olmuştu. Tam bu anda bunun bir ağaç parçası olduğunu hissetti. Sağına soluna bakınmaya başladı. Aldatılmıştı. Avcı hayatında çok badireler atlatmış, yırtıcılarla karşılaşmış ama böylesi ilk başına geliyordu. Birlikte yiyeceğini paylaştığı bu yaratık şimdi kendini öldürmeye çalışıyordu. Hemen tüfeğinin horozunu kaldırdı. Ateş ettiğinde horoz çakmak taşına çarpıyor oradan çıkan çıngı ile kav alışıyor, ondan sonra da barut ateşleniyordu. Kav ve çakmak taşının en iyisinden olması gerekiyordu. O bir avcıydı. Şimdiye kadar hiç ıskalamamıştı ama bu başkaydı. Eğer tüfek ateş almazsa, diye düşündü. O zaman da odunla saldırmalıydı. Sağına soluna bakındı. Köşede avcıyı görür gibi oldu o yana doğru yürümeye başladı. Tam karşı karşıya gelmişlerdi ki bir patlama duyuldu. Mağaranın içerisinde kulakları sağır eden bir sesti bu. Tüfek ateş almıştı. Bu ses yalnız tüfeğin sesi değil, acıyla bağıran yaratığın da sesiydi. Can havli ile mağaranın girişine doğru gitti. Hala bağırıyordu. Bu ıssız ormanın karanlığında, ses her tarafta yankılanıyordu. Bu sesten başka hiçbir ses yoktu. Baykuşlar bile susmuşlardı. Sabaha kadar uyanık bekledi. Gün ağardığında tüfeğini aldı. Kan izlerini takip etti. Dereye kadar indi. Uzaktan su birikintisinin içinde yatan birinin olduğunu fark etti. Suyun içine yüzükoyun yatmıştı. Canlı mıydı? Bilemiyordu. Tüfeğini ayarladı iyice yaklaştı. Ölmüştü. *** Artık yazın o kavurucu sıcakları gitmiş, sonbahar gelmişti. Dörtyol´da portakallar olgunlaşmaya ve çınar ağaçlarının yaprakları sararmaya başlamıştı. Yerlerde, dökülen yapraklar vardı. Küçük tahta taburelere oturmuş, önlerinde çay sehpaları bulunan beş kişi bir yandan çaylarını içerken, diğer yandan da hararetli hararetli konuşuyorlardı. Dostum, dedi orta yaşlı biri. Buralarda Ermeniler Müslümanlara “dostum” diye hitap ederlerdi. "Bu anlattıklarını bir daha olur olmaz her yerde anlatmasan iyi olur. Bizimkilerden bazıları inzivaya çekiliyorlar. Ahiret için dünya hayatından vazgeçiyorlar. Dağlara gidiyorlar. Duyduğuma göre bunlardan birkaçı, aklını da yitirmiş. Bu onlardan biri olabilir. Akrabalarından birileri duyar da intikam almak isteyebilir. Sen iyisi mi bunları anlatma. Senin için daha iyi olur." dedi. Sonbaharın o bilinen sıcaklığında hava buz gibi olmuştu. Konuşmalar kesildi. Herkes susuyordu. “Ben gitsem iyi olur.” dedi avcı. “Daha gidecek epey yolum var.”
Cumartesi günü çalışması öğle vaktine kadardı. İşten çıkmış eve gidecekti. Zaten bu işe de yeni girmişti. Öğrenci idi. Okullar, olaylar nedeni ile bir açılıyor bir kapanıyordu. Yalnız sınavlara gidiyordu. Babası ölmüş, evde annesi, bir de kız kardeşi vardı. Diğer kardeşler evli idiler. Kendisi de okulu bitirmeden amca kızı Zeynep ile evlenmişti. Pac meydanından İnönü İlkokulu’na doğru yürüdü. Hemen karşıdaki Dörtyol Payas dolmuşlarına binecekti. Aklına “İlk defa maaş alıyorum, eve bomboş gitmeyeyim.” fikri geldi. Babaannesinin babasına nasihati de öyleydi. Oğlum paran yoksa katırı sat, eve yiyeceksiz gelme demişti. Etrafına bakındı. Tam karşıda kasabı gördü. Kocaman dana etleri vitrindeydi. Ama evdekiler dana eti yemezlerdi. Olsun, dedi. Nereden bilecekler? Bir kilo köftelik kıyma aldı. Parayı verdi paketi alıp dolmuşa doğru yürümeye başladı. Köye elektrik yeni gelmişti. Yalnızca aydınlatmada kullanılıyordu. Buzdolabı ve diğer elektrikli eşyalardan hiçbiri yoktu. Et sıcak havada bozulabilirdi. Akşam olmadan acele ile et ateşte pişirildi. Sabah kahvaltısından sonra öğle yemeği için hazırlığa başlandı. Köftenin bir kısmı kızartıldı bir kısmı ise toga çorbası içinde kaynatıldı. İçine bolca nar ekşisi konulmuş salata da hazırdı. Ayran da vardı. Yere sofra serildi. Güzel olmuştu. Afiyetle yenildi. Yapılandan biraz da komşuya ülüş gönderildi. I Aradan bir hafta geçmişti. Ağustos’un son zamanlarıydı artık. Çam ağacında cırlavık var gücüyle, sanki birinden korkmuş da kaçamıyormuş gibi ötüyordu. Rüzgâr dağdan denize doğru esiyordu. Komşulardan birkaç kişi akşam oturmasına gelmişlerdi. Hava yaz olmasına rağmen serindi. Oradan buradan konuşuldu. Laf bitmek üzere iken nasıl olduysa yemekten söz edilmeye başlandı. Aklına geçen haftaki dana etinden köfte geldi. Bakın, dedi. “Geçen hafta aldığım et dana etiydi. Güzelce yediniz.” Bunu duyduğunda anası Hürü’nün birden yüzü sarardı içi kaynadı. Koşarak dışarı çıktı. Karnında ne varsa tümünü çıkarttı. Zar zor elini yüzünü yıkadı. Doğruca yatağa gitti. Tam bir hafta kalkmamacasına yattı. II Mavi gözlü, kısa boylu, kırklı yaşlarındaki kadın geç kalmıştı. Yoldaşları kendini beklemeden gittiler. Kendisi hâlâ İskele’de idi. Yedi çocuğu vardı. Büyüklerden bir kız, bir oğlan evliydi. Diğer beş çocuğun en büyüğü Hürü idi, o da daha onlu yaşlardaydı. Kocası Ali Efendi de kendisi ile aynı yaşlardaydı. Mektebe gidenlere Efendi derlerdi. Birinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Askere çağrıldı. Bostan Efendi ile birlikte Halep’e kadar gitmişlerdi. Bostan Efendi “Dayı kaçalım” demişti. Askerlikten kaçılır mı, dedi kızgın bir şekilde. Bostan Efendi kaçma teşebbüsünde bulununca tutuklanıp hapishaneye konmuştu. Savaş bitince de eve dönmüştü. Kadın, askerlik şubesinde idi. Memuru geç vakte kadar bekledi. Sonra da memur, kocasının künyesinin geldiğini söyledi. Yıkılmıştı. Yaklaşık on kilometrelik yolu tek başına, korka korka, katır sırtında ağlayarak geliyordu. Güneş tam ışıklarını söndürmemişti. Denizin üzerinde kızıllığı vardı. Etrafı aydınlatmaya devam ediyordu. Sağa sola da bakınıyordu. Bir tehlike olabilirdi. Gasanayı geçti. Dereye indi önünde ölü bir hayvan gördü. Bu boğazlanmış bir danaydı. Boğazlanmıştı o zaman biraz etinden alabilirdi. Öyle de yaptı. Eve yaklaşınca komşuda yanan ışığı gördü. İnsan karaltıları da vardı etrafta. Ne olabilirdi ki bu saatte. Avludan içeri girdi. Katırın semerini çıkarttı. Semerin kaşına astığı eti de aldı, avludaki ocağı yaktı. Üzerine bakır kazanı koydu, biraz da su ilave etti. Eti de içine koydu. "Hürü, ne oldu emmingilde?" dedi kadın. "Gardaşımla emmimin küçük kızı öldü, onları gömdüler" dedi bir çırpıda. Kocasını kaybetmişti. Üstüne üstlük bir de çocuğunu. Dayanılacak gibi değildi. Dünya başına yıkılmıştı ama hayat devam ediyordu. Çocuklarını doyurması gerekirdi. Hürü, dedi tekrardan “Git bak bakayım et pişmiş mi?” Kazanın kapağını kaldırdı. Öyle bir pis koku vardı ki dünya işi değildi. Hemen anasına doğru koştu. “Bu et leş gibi kokuyor. Yenmez bu.” dedi. Anası durumu anlattı. Tiksinmişti. III O ve eşi Zeynep, Hürü anası ile on altı sene birlikte yaşadılar. Eve bir daha da dana eti almadılar.
BOZYILAN Sıcak bir yaz günüydü. İlkokulu bitirdiğim sene, günlerden Cuma idi. Çok iyi hatırlıyorum babam evde yoktu. Cuma namazı için akşamdan İskenderun’a gitmişti. O zamanlar köyden şehre göç vardı. Köyün ve çevre köylerin nerdeyse yarısı şehre göçmüş, gecekondu mahalleleri oluşturmuşlardı. Göçmeyenlerin de çocukları şehirde iş bulmuş oraya yerleşmişlerdi. Babamın da kalacak bir gecekondu evi vardı ama akrabaların birinin evine gidip sohbet etmeyi severdi. Bu evde farklı yerlerde tornacı olarak çalışan üç oğlu kalıyordu. Köydeki evde erkek çocuk olarak bir ben kalmıştım, birde askere gitmeye hazırlanan ağabeyim vardı ayrıca bir ablam ve birde kız kardeşim vardı. Ben de okullar açıldığında ortaokula gidecektim. Babam öyle demişti. Köyümüzde ve çevre köylerde genç nesil için tarım yapacak yeterli toprak yoktu. Artık tarım üretimi karın doyurmuyordu. Geçim kaynağı olarak yeni iş alanlarına ihtiyaç vardı. Yeni meslekler oluşuyordu. Köyler boşalıyor, tarımsal üretim azalıyor, sanayi gelişiyordu. Köylülerden okula giden öğrenci çok azdı. Araçların artması ile yeni tamir atölyelerine ihtiyaç duyuluyordu. Bir tamirci, motoru baştan söküp yeniden kurabiliyor, ihtiyaç duyduğu parçaları da tornacılara yaptırabiliyordu. Bu yeni atölyeler yeni çalışan demekti. İş gücü köyden şehre doğru olan bu göçten besleniyordu. İskenderun’un hayvan bağlanılan hanları, artık şimdilerde küçük atölyelere dönüşmüştü ve buralarda artık tamir bekleyen kamyonlar taksiler duruyordu. Bir handa marangozlar, bir diğer handa ise araba tamircileri, kaportacılar dükkân açmışlardı. Bu yıllarda hayat hızlı bir şekilde değişiyor küçük atölyeler fabrikalara dönüşüyordu. Sabahleyin Anam, “Git bahçeden biraz ot yol da getir.” Dedi. Bahçe eve biraz uzaktaydı. Zorsundum ama istemeye istemeye yola koyuldum. Yanıma otu bağlamak için anamın eski çamaşırlardan yaptığı bir örme ve birde keskin bir bıçak aldım. Otu yeni doğurmuş ineğe verecektik. Ayrıca da otuz kadar kuyruksuz koyunumuz vardı. Koyunları obanın koyunlarını güden çobanın sürüsüne katıyorduk. Portakal bahçesi üç yüz kök kadar vardı. Babamın en önemli gelir kaynağıydı. İlkbaharda bellenir, zibillenir sulama yalakları yapılırdı. Zibillenmiş sulu toprakta çeşit çeşit ot olmuştu. Bir uçtan ot yolmaya başlamıştım. Acele ediyordum. Eve hemen geri dönmek istiyordum. Birden sağ orta parmağımda acı hissettim baktım çok hafif kanamıştı. Bir diken olabilir mi diye hemen otların içine baktım. Bir de ne göreyim. Yarım metre kadar boz bir yılan, ben soktum seni der gibi kafasını kaldırmış bana bakıyor. Telaş etmeden sağa sola bakındım ve büyükçe bir taşla tam ortasından vurdum. Kaçamadı, sağa sola kıvrılmaya çalışıyordu ve sonra taşla vurmaya devam ettim. Ölmüştü. Alelacele topladığım otları örme ile bağlayıp sırtıma aldım ve hızla eve döndüm. Eve varınca Ağabeyim, hemen dut dalı kabuğu soydu ve kolumun üst tarafından bağlayıp iyice sıktırdı. Hemen yola koyulduk yirmi dakikalık yayan yoldan sonra denizci askerlerin nizamiyesine vardık ve Abim, benim durumumu anlattı. İskenderun’a hastaneye götürecek bir araç olup olmadığını sordu. Bu arada koltuk altım yavaş yavaş ağrımaya başlamıştı. Askeri birlikte beni hasta haneye götürecek bir araç bulamadık, yola çıkıp Dörtyol - Payas dolmuşlarını beklemeye başladık. İskenderun, Osmaniye’den Hassa’ya kadar bölgenin ticari sanayi merkezi haline gelmişti. Yollarda yeni tip araçlar çoğalmıştı. İnsan ve yük taşımacılığı hızlı şekilde gelişiyordu. Burunlu yeni bir otobüs durdu ve muavin bizi içeri aldı. Yeni araçların hızları da artmıştı, çabucak İskenderun’a vardık. Bir atlı faytona binip doğruca devlet hastanesine gittik. Fransızlardan kalma Devlet Hastanesi yüksekçe iki katlı bir bina idi, girişinde ise büyükçe bir bahçesi vardı. Girişte bir bekçi kulübesi ve kulübenin hizasında caddeye paralel üç kara dut ağacı dikilmişti. Meyvelerinin bir kısmı kırmızı bir kısmı siyahlaşmıştı. Büyükçe kemerli giriş kapısından içeri girince beni bir odaya aldılar ve açık mavi renkli önlüklü biri benimle ilgilendi. Sanırım doktordu. Yanındakine bir şeyler söyledi. Biraz sonra hemşire elinde bir iğne ile geldi ve kolumu açmamı söyledi. Gömleğimin kolunu sıyırdım. Tam omuzumdan iğneyi batırdı ama öyle bir acıdı ki, yılan sokması yanında hiç kaldı. Gözümden yaşlar gelmişti. Beni birinci katta yirmi kişilik bir koğuşa gönderdiler bir hafta kalacak dediler. Yılan sokmasından dizden aşağısı mosmor olmuş, yerinden kalkamayan, yatağımın yanında yatan adam, ağladığımı görünce bana dönerek, “Neyin var?” dedi. “Boz yılan soktu. Yarım metre vardı.” Dedim. Adam şöyle bir baktı bana ve “Topu topu bu kadar yılan mı seni ağlatan.” Dedi. “Yok.” Dedim. Yanımda dikilmiş duran hemşireyi göstererek. “Aha bana iğne sokan bu BOZYILAN.” Dedim. Canım çok acımıştı. Ve bir hafta boyunca da çok acıttılar.
İnsanın insandan kaçtığı salgın yıllarıydı. İnsan ne de çabuk unutuyor, sanki o günleri yaşamamış gibiyim. Evlerimizi, en yakınlarımıza kapattık. Görüntülü telefonlar sürekli çalıştı, o güzelim yavrularımızı ekranlara sığdırdık, kokularını duymadan, kalp atışlarını hissetmeden uzaktan kucakladık. O günlerin sonlarına geldiğimiz zamandaydı. Haziran ayının başıydı. Haziran ayı benim çok sevdiğim aylardan bir tanesidir. Tabiat yeşerir canlanırken bende onunla birlikte tazelenirim. Gene yollara düşmüştüm. Altı senedir her üç ayda bir Ankara’ya gidiyorduk. Eşim meme kanserine yakalanmıştı. Yılın yarısı hasta hanelerde geçiyordu. İlaç al, pet çektir, ultrason çektir, mamografi çektir, kemik sintografisi çektir, kan ver, sonunda Ankara’ya git. Doktora görün, geri dön. Daha önceden de bildiğim yollarda kamyon şoförleri gibi olmuştum. Artık yolları çok iyi biliyordum. İskenderun’dan Ankara’ya kadar otobandı. Araba kullanmakta çok kolaydı. Sürekli çevreye bakarak, tarlaları bahçeleri gözleyerek gidiyor, yolda bol bol sohbet ediyorduk. Neler mi konuşurduk. Ben çok hoşlanmasam da eşim tarla bahçe işlerini çok severdi. Onun sevdiği şeylerden bahsetmeyi de ben severdim. Bahçelerden meyvelerden sebzelerden konuşurduk. Daha aklımıza gelen her şeyden bahsederdik. Kırşehir’de kızım vardı. Giderken de dönerken de biraz orada kalır torunları severdik. Hastalığın arasında, insana biraz dinlenme ve huzur vesilesi olurdu. Ankara’dan döndük, bir gece Kırşehir’de yattık, öğle namazından sonra yola çıkmak için hazırlandık. Yanımıza yolda yemek için biraz meyve aldık. Valizi taksinin arkasına yerleştirip kapıları açıp içeri girdiğimizde güneşin içerisini iyice ısıttığını hissettim. Aslında titiz biriyim, yola çıkmadan arabanın suyuna, yakıtına çok dikkat ederim. Baktım iki bukle yakıt görünüyor. Hemen yoldan almalıyım diye düşündüm. Çocuklar ile vedalaştık, arkamızdan el salladılar, bizde onlara el salladık. Ana yola çıkmadan gözüm benzinliklerde. Birini geçtim, sonrakini de geçtim. Ha bundan ha şundan alayım derken oto yol girişine geldim. Kafam daldı, artık geri de dönemem. Yakıt almak için oto yol girişinden 30 km geri gelmem gerekir. Bu düşüncelerle giderken bir baktım ki gösterge kırmızıda. Hay Allah. Nasıl oldu! İki bukle yakıt yola başlamadan bitti. Sıcak hava göstergeyi yanıltmış olmalı diye düşünürken, yolda benzinlik var mıydı diye tereddüt ederek, yeni açılmış olan Niğde – Ankara otobanına giriş yaptım. Kendi kendime yanlış yaptın diye düşünürken, Eşim Zeynep: “Ne oluyor hiç sesin soluğun çıkmıyor.” Dedi. “Durumumuz vahim.” Dedim. “Hayrola. Ne oldu?” “Bu yakıt bizi benzinliğe ulaştırmayacak. Sanırım.” Bir gözüm çevrede bir gözüm yolda. Türlü türlü fikir geliyor aklıma ama hiçbir şey de yapamıyorum. Yol yeni açılmış fazla trafik de yok. Tek tük araçlar geçiyor. Bu arada boş bir çekiciyi geçtim. Bilmem kaç kilometrede dinlenme yeri yazısı ilişti gözüme. Umutlandım. Yaklaştım tekrar gösterdi. Görünür olunca baktım ki yapım aşamasında bir benzinlik. İyice karamsarlık çöktü. Ne yapacaktım. Yakıt bitmek üzere. Biraz sonra araba teklemeye başladı. Vitesi boşa aldım. Üstten geçen bir yolun altında gölgeye çektim, durdum. Artık yolun sonuydu. “Sen burada arabada bekle. Ben gelen bir araca bineyim bir benzinlik bulup yakıt alıp geleyim.” Dedim. Dışarı çıktım. Bir araç bekliyorum. Birine el ettim durmadı. Bir de ne göreyim. Boş çekici tepesinde yanan lambasıyla bana doğru geliyor. Ne kadar sevindim bilemezsiniz. Hemen işaret ettim. Durdu. Genç bir şoför. Durumumu anlattım. Anlaştık. Aracı üstüne aldı. Kendi kendime biraz kızarak, çare bulduğuma da sevinerek çekicinin üstünde, yavaş yavaş gidiyoruz. Önüme dikkatlice baktım. Ne göreyim. Çekicinin arka penceresinde şöyle bir yazı var. “BAZILARI ÇEKİCİ SEVER.” Telefon ile yazının fotoğrafını çektim. Çocuklara gönderecektim ama sonra vazgeçtim. “Kimseye bahsetmesek daha iyi olur.” Dedim eşime. Bu hale düştüğüm için biraz kendime, birazda böyle yazı yazdığı için şoföre sitem ederek benzinliğe geldik. Depoyu doldurduk. Çekicinin sürücüsüne vereceğim ücreti cüzdandan çıkarttım. “Bak genç adam. Bizim gibi “ÇEKİCİ SEVEN” adamlar sayesinde rızkın artıyor. Al bu para senin kısmetinmiş. Helal hoş olsun sana. Sen o arka cama yazdığınla bizim gibileri küçümse ama bizlere de dua etmeyi unutma.” Dedim. Dersimi almıştım. Tedbirsiz davranmanın bedelini de ödemiştim. Ve böylece yola devam ettik.
Yüklü üç katır ile iki adam, derenin tam ortasında durmuşlardı. Adamlardan biri elini yüzünü yıkıyor biri de çıkarttığı mendilini soğuk suyun içine batırmış öylece suyun akmasına bakıyordu. Hayvanlar sulanıp, kendileri de ellerini yüzlerini, mendillerini iyice yıkadıktan sonra yürümeye devam ettiler. Derenin hemen yukarısına bir bent yapılmış ve büyükçe bir arıkla suyun bir kısmı, yolun üstü sıra akıyordu. Geri kalanı ise aşağıya doğru çağlayıp gidiyordu. Gece yarısı gökte yıldızlar varken Dağlıdan yola çıkmışlar katırların arkasından kıvrıla, kıvrıla Alana oradan gah engebasına gah düzüne yürüyerek Dahara gelmişlerdi. Değirmenderesi taa çukurun dibindeydi. Her taraf yeşilin türlü tonlarını gösteren ağaçlarla kaplıydı. Siyaha yakın koyu yeşilden, sarıya çalan yapraklara, her şey, alabildiğine yeşildi. Yol Dahardan eğile büküle, dik yamaçtan aşağıya doğru iniyordu. Yolda, irili ufaklı taşlar vardı. Hayvanların nalları taşa çarptıkça bazen çıngı bile çıkıyordu. Ayakları kayaraktan yokuş aşağıya inmişler, öğlen olmadan Değirmenderesine ulaşmışlardı. Zaten bu yoldan, her cuma geçiyorlar, aşağı yukarı, bu saatlerde de buraya ulaşıyorlardı. Yolun üzerindeki arığa, içinden akan suya ve kenarlarında, sudan beslenip büyüyen otlara baka baka meydana geldiler. Selam verdiler. Yolun altında, büyük ceviz ağacının dibinde, ağaç kütüklerinden yapılmış tahtta üç kişi oturuyordu. İkisi yüksek sesle verilen selamı aldı, birisi ise mırıldanarak aleyküm selam dedi. Önce katırların üzerindeki sandıkları indirip, yolun altına gölgeye sıraladılar. Katırları da biraz öteye, çitlerin yanına bağladılar. Semerlerini çıkarttılar ve çitin hemen dibine yerleştirdiler. Katırlar iyice terlemiş, semerlerinin içindeki keçeler, terden ıslanmıştı. Yem torbalarını da ağızlarına geçirip, geri döndüler. Altı tahta sandığın, üstü güneşten biraz solmuş, yeşil üzüm yapraklarıyla, örtülüydü. Sandıklarla birlikte arılar da gelmişti, şireli üzümlere biri konuyor, biri uçuyordu. iii Yolun üzerinde biraz yukarıda, üç göz dükkân ile üzeri toprak dam olan büyükçe bir cami vardı. Bugün cumaydı ve bu civarda oturan herkes burada toplanır, cuma namazı kılardı. Alandan, Kaledibine ve Daharın etrafına kadar bu bölgede herkes bu camiye gelirlerdi. Zaten bu civarda başka bir cami de yoktu. Bu dükkânların birinde, demirci vardı. Körüğünü, iç sol tarafa yerleştirmiş, sağ tarafa da kömürleri koymuştu. Duvara eski ve yeni yapılmış nalları asmıştı. Bunların altında, duvarın kenarına doğru, kazmaları, kehnileri, orakları, balta ve tahraları koymuştu. İki kişiydiler. Habire örsün üzerindeki, kızartılmış demiri, dövmeye devam ediyorlardı. Demirin kırmızılığı, kaybolur olmaz, yeniden ocağa götürüyor, körüğü çevirip, ateşte demiri kıpkırmızı yapıyor, sonra geri örsün üzerine koyuyor ve çekiçle kızarmış demiri dövmeye devam ediyorlardı. Öbür köşede ise bir dükkân vardı. Gırmişten lokuma, sucuğa, ışık camından gaz yağına, don lastiğinden dirile, patiskaya kadar ne aranılsa bulunurdu. Ufak tefek kısa boylu bir adamdı. Ayağına, çatı yerlere kadar uzanan bir siyah şalvar giymişti. Rengi eskiden siyahtı ama artık beyaza yaklaşmıştı. iii Büyük ceviz ağacının biraz altında değirmen vardı. Arık camiyi geçinceye kadar düz geliyor sonra dik bir eğimle su aşağıya doğru hızla akıyordu. Değirmenin en altında bulunan, tekerleğe - çakıldak da deniyor. - hızla çarparak yukarıdaki, değirmenin sabit olmayan üstteki taşını döndürüyordu. Kulakları, sağır edecek bir gürültü çıkartıyor, bu ses taa meydana kadar ulaşıyordu. Kaşları gözleri, undan bembeyaz olmuş, değirmenci, kenara yığılmış kızıl ala çuvallardan, buğdayları değirmenin harazasına dolduruyordu. Buğdaylar üçer beşer, üstte dönen taşın ortasındaki deliğe akıyor, alttan da, etrafı bez çaputlarla sarılmış, oluktan başka bir çuvala öğütülmüş un olarak doluyordu. Üstteki cami, nasıl bu havalinin tek camisi ise burası da bölgenin tek değirmeniydi. Değirmen, sabah namazından akşam ezanına kadar çalışırdı. Yüklü hayvanların biri gelir, biri giderdi. iii Ortadaki dükkânda ise iki kişi vardı. İhtiyar adam uzun boylu, ak benizli, sarı sakallı, ela gözlüydü. Çoğunlukla ona Hamik Goca derlerdi. Ama asıl adı Mehmet’ti. Yaşı seksene ulaşmıştı. İkincisi ise uzun boylu, kara sakallı, ak benizli, kara gözlü en büyük oğlu Hösün Efendi idi. Yaşlı adam, olana bitene yukarıdan bakıyordu. Gelenleri tanıyordu. Onlar da onu tanıyorlardı. İkisine de, hoş geldin, dedikten sonra, içlerinden ufak tefek cılız olana, adıyla seslendi ve; -"O yüklerden birini, ben alıyorum. Bir sandığını cuma çıkışında cemaate dağıtın. Birini de bizim eve gönderin. Bizim Hösün, bedeli neyse size ödesin." dedi. iii İhtiyar Koca Kavaklıoluk köyünde, arkası olan biriydi. İki eşinden on altı çocuğu olmuştu. Bunlardan ikisi genç yaşta, evlenmeden ölmüş ama diğerlerinin hepsi evlenmiş ve de çocukları olmuştu. Kızlarından bir kısmını da yakınlarına vermiş, onlarda çocukları gibi etrafında dönerlerdi. Onlara da, yeğen demeyi ihmal etmezdi. Burası kendi köylerinin yaylası değildi ama burada bir dükkân kiralamışlar, yazları bazen Ceylanlı köyüne gider orada çalışırlar, ya da çoğunlukla buraya gelirlerdi ve büyük oğlu ile birlikte semercilik yaparlardı. Semercilik önemli bir zanaattı. Her iş hayvanlarla yapılıyordu. Yük ve binek hayvanı olarak kullanılan at, eşek, katır gibi hayvanlar semersiz olmazdı. Yükün ya da bineğin taşınması için semere ihtiyaç vardı. Ağaç iskelet üzerine deri ile keçe arasına saz doldurulurdu. Bu sazlar Kayseri veya Maraş taraflarından getirilirdi. Doldurulduktan sonra da sarılarak, iyice dikilirdi. Çok özenle yapılmalıydı. Dengesiz yapılmış bir semer, hayvanın sırtına zarar verir yaralanmasına neden olurdu. Müşterileri çoktu. Sakıttan Delibekirli’ye hatta Dağlıya kadar bu havalinin insanları, kendilerine gelirdi. Kazançları iyiydi. Hacca bile gitmişti. İşlerini iyi yaparlar, özen gösterirlerdi. Ağaç iskelet, için meşe ya da dut gibi dayanıklı ağaçların eğri kısımlarını, köylülerden satın alırlardı. İyi çalışır ise bir kişi bir semeri bir günde tamamlayabilirdi. Semerlerin; palan, çatal semer, sele semer, katırlara takılan kara semer şeklinde de çeşitleri olurdu. Semer yapımında kullandıkları, keçi derilerini, çuvalları, keçe ve iplikleri dükkânın sağ tarafına güzelce istiflemişlerdi. Saz kamışları ile semer ağaçlarını ise en arkaya yığmışlardı. Boncuk takılı semer süslerini de dükkânın girişine sallandırmışlardı. Herkesin sevgisini ve saygısını kazanmış kendisi de o insanlara hürmet etmişti. Hatta kızlarından birini bu köyden birine vermişti. Ondan da torunları vardı. Diğer bir kızını da Ceylanlıdan birine vermişti. Hem dostlarını genişletmiş hem de akrabalarını çoğaltmıştı. Gideni geleni çoktu. Yeğenleri gelirdi. Her taraftan arkadaşları, dostları vardı. Onlar gelirlerdi. Semer için gelenler olurdu. Ev misafirsiz kalmazdı. Bugün de cumaydı. Namaz çıkışı uzaklardan gelenlerden, en az beş kişiyi, öğlen yemeğine davet etmeliydi. Dün kesilen teke etinden bolca almıştı. Şimdi de üzüm aldı. Her şey hazırdı. İş yalnızca öğle yemeği için kimlerin misafir olacağına kalmıştı. iii Kadınlardan biri, evin içindeki puharanın önüne oturmuş kısa kesilmiş odunlarla çörek saçının altını ölçeriyordu. Saç yaklaşık bir metre çapında yuvarlak, ortası kubbemsi bir şekildeydi. Üzerinde iki ekmek vardı. Bir tanesinin üzeri iyice kızarmış, saçın kenarında, diğeri ise saçın tam ortasındaydı, üzerindeki küçük kabarcıklardan buhar çıkıyordu. Hemen bir metre yanındaki takadan dışarı baktı. Hava aydınlanmak üzereydi. Sabah ezanı vaktiydi. Kadınlardan bir diğeri, içlerinde en genç olanıydı, elini kolunu iyice çemremiş eteğinin üzerine bir basmadan şalvar giymiş halde kapıdan dışarı çıkıyordu. Evin hemen yanına üzeri toprakla örtülü, dam yapılmış, iki kenarı ağaç çitlerle çevrilmiş olan ağılları vardı. Önce inekleri bir büyük sahan tasına sağdı. Sonra yemledi ve geri döndü. Bir diğeri ise evin orta yerine, büyükçe bir sofra açmış, üzerine tahtadan yapılmış yuvarlak bir sehpa koymuş, elindeki tahta tokmak ile etin siyah yerlerinden seçtiği köfteliği, habire dövmeye başlamıştı. Başında kırmızı bir fes vardı. Fesin alın ortasında bir mahmudiye, kenarlarına da mecidiyelerini dizmişti. Çok az kadının mahmudiyesi olurdu. Üzerinden de küçük kahverengi noktaları olan sarı bir yağlık bağlamıştı. Dışarı çıktığında ise daha üzerine, kenarları boncuk işlenmiş beyaz ketenini atardı. Yağlığın boynuna doğru sarkan uçlarını, omuzlarına atmıştı. Ev içerisinde böyle yapardı, dışarıda ise alttan, boynu görünmeyecek şekilde iyice bağlardı. Sırtına ise gül rengi çiçekleri ve yeşil yaprakları, bulunan koyu renkli bir köynek giymişti. Beline üzerine giydiği köynek kumaşından yapılmış bir kuşak bağlamıştı. Uzun eteğinin bir ucunu belindeki kuşağa sokmuştu. Ve altında bileklerine kadar uzanan bir çiçekli donu vardı. Çörek yapma işi bitmek üzereydi. Akşamdan yoğrulan bir ilahen hamur edilmiş, kırk çörek sufranın içine konmuştu. Akşama tekrar ocak yanacak ve bu işler yeniden yapılacaktı. Çörek etme işi bitmiş, sufra toplanmış gereksiz olan malzemelerin bir kısmı tavrala konmuştu. Ortadaki sufraya ek yapıldı, çörek etmeyi bitiren diğeri de bir kenarına oturdu. Hamır yuğurduğu ilaheni temizlemiş ve içerisine köfte için gerekli malzemeleri koymuştu. Önce, et tahtası üzerinde, uyluktan alınan etleri, tahta tokmak ile iyice dövdü, bunları bir kenara koydu, sonra bu etle bulguru bir ilahene koydu ve içerisine tuz, kimyon, dövülmüş kırmızıbiber biraz da un ilave edip ve iyice yuğurdu. Köftenin dış malzemesi hazırdı. Şimdi ise köftenin iç malzemesinin hazırlanmasına gelmişti. İhtiyar kadın, elindeki iyi kösrelenmiş iki keskin uflak ile et tahtasının üzerine koyduğu, dünden edilen kasaptan alınmış, siyah yerlerinden ayrılmış etleri, kıymaya devam ediyordu. Soğanları temizledi, doğradı. Evin içerisinde bulunan puharanın altındaki ateşi iyice yaktı ve üzerine dışı küllenmiş, büyükçe bir siyah kazan koydu. Altına kısa kesilmiş büyükçe odunlar koydu. Doğranmış soğanı, çok az bir tereyağı ile biraz kızarttıktan sonra üzerine kıyılmış eti koydu ve elindeki tahta kaşık ile karıştırmaya başladı. Biraz da kuyruk yağı ilave etti. Koca, köfteyi yağlı severdi ve her zaman - "Köfte dediğin, ağzına götürürken yağı ta dirseklerinden aşağıya akmalı" derdi. İyice pişirdi ve üzerine karabiber, doğranmış yeşil maydanoz ve biraz da öfelenmiş ince ekmek kurusundan ilave etti, biraz daha pişirip, tencereyi ocaktan indirdi. İç malzemesi de hazır olmuştu. Genç kadın, dışarıya, yaktığı ocağın üzerine, büyük kazanı koymuş içine akşamdan, suya ıslanmış tarhanaları, iyice öfeledikten sonra pişirmeye başlamıştı. Elindeki çomça ile de karıştırıyordu. Ateşe büyük odunlar koymuştu. Tüten ocağın dumanı gözlerine giriyor ve gözünden yaşlar akıyordu. Kaynamaya başlayınca içine su koydu ve karıştırmaya devam etti. Şimdi sıra, üçü birlikte, köfteleri ellerinde açıp zeytinyağında kızartmaya gelmişti. iii Evin önünde büyük bir sofa vardı. Üzeri toprak damdı. İki kenarı taş duvarla örülmüş önü açıktı. Önde dört direk vardı ve bunlar büyükçe güzelce kesilmiş ağaçlarla birbirine bağlanmıştı. Sağ yan tarafta yerden diz boyu yüksekliğinde iyi yontulmuş ağaçlardan yapılmış bir taht vardı ve yanında duvar boyu konmuş ve gene ağaçtan yapılmış uzunca bir kirevit vardı. Sofra tahtın üzerine serilmişti. Gelen misafirler sofranın etrafında oturuyorlardı. iii Yemek bitmişti. Sofrada on kişiydiler. Kadınlar ve çocuklar sofraya oturmamışlardı. Onlar misafirlere hizmet ediyorlardı. Yaşlı adam ellerini açtı ve اَلْحَمْدٌ لِلّهِ الّذِى اَطْعَمَنَا وَ سَقَانَا وَجَعَلَنا من المٌسْلِمِينَ Elhamdülillahillezi et amena ve sekana ve cealena minel müslimin. "Bizi nimetleriyle yediren ve içiren ve bizi İslam üzere bulunduran Allah'a hamd olsun." anlamına gelen duayı okudu ve arkasından devam etti, dua bitti ve fatiha okundu. Üzümler getirildi. Misafirlerle beraber bunlar da yendi. Biraz yarenlik edildi. Oradan buradan şeyler konuşuldu. Misafirler ev sahibine teşekkür edip birer ikişer ayrılmaya başladılar. Dağlıdan, üzüm getiren iki kişide oradaydı. Onlar da kalktı. Onlardan genç olanı, yaşlı adamın elini öpmek istedi ama o buna müsaade etmedi. Elini geri çekti. Sırtını sıvazladı ve adlarını saydığı dostlarına, selam söylemelerini istedi. Eşyalarını aldılar ve geri geldikleri yere doğru döndüler, katırları dereye varıncaya kadar arkalarından çektiler ve birini terkisine alıp ikisine bindiler. Akşama daha epey bir vakit vardı. Hızlıca giderler ise geç akşama evde olurlardı. Köyden biraz uzaklaştıklarında artık yokuşu tırmanmış düze varmışlardı. İçlerinden sesi güzel olanı katırın sırtında Dadaloğlu’nun Mıstık Paşa için söylediği uzun havayı yanık sesi ile söylemeye başladı. Son Kozanoğlu beylerinden olan Küçük Ali Oğlu Bey, devlete karşı ayaklanmış, üzerine gönderilen Osmanlı komutanlarından Halit Paşa komutasındaki orduyu yenmişti. Uzun süre de Osmanlı Devletini uğraştırmıştı. Mıstık Paşa da, Küçük Ali Oğulları'ndan Halil Paşa'nın küçük oğluydu. Ağabeyi Dede Bey'in Adana Valisi Beylanlı (Belenli) Mustafa Paşa tarafından idam edilmesi üzerine Payas Sancağı Adana Beylerinin eline geçmişti. Mıstık Paşa ve ailesi, Fırka-i İslahiye zamanında, yani Avşarların zorunlu iskânı sırasında sürgüne gönderildi. Ve böylece Küçük Ali Oğulları'nın sonu gelmiş oldu. Bu dağların her iki yüzüne bu olaylardan sonra ulaşlı avşarları yerleşmişlerdi. Dağın İskenderun ve Dörtyol tarafında oturanlar, onlara dağlı derlerdi. Onlar artık dağlıydılar aynı zamanda da avşardılar. Avşar Beyi Mıstık Paşa için söylenmiş bu türkü halen içlerini yakıyordu. Ve dağ taş, içindeki acıyı haykıran dağlıdan bu genci dinledi. Yine tuttu Gâvur Dağın boranı Hançer vurup acarladın yaramı Sana derim Mıstık Paşa öreni İçindeki bunca beyler nic'oldu Çınar sana arka verip oturan Pöhrenk ile sularını getiren Yoksulların işlerini bitiren Samur kürklü koca beyler nic'oldu Tavlasında Arap atlar beslenir Konağında baz şahinler seslenir Duldasında nice yiğit yaslanır Boz kıratlı yüce beyler nic'oldu Gidip kar beyazdan sular getiren Dört yanında meyvelerin bitiren Çınar sana arka verip oturan Havrana'lı büyük beyler nic'oldu Sabahaca kandilleri yanardı Soytarılar fırıl fırıl dönerdi Ha deyince beş bin atlı binerdi Sana inip konan beyler nic'oldu Mıstık Paşa gitmiş odası yaslı Hatunları vardı hep turna sesli Top top zülüfleri de İstanbul fesli Usul boylu hatunları nic'oldu Saçı altın bağlı fesler sırmalı Lâhuri şal giymiş gümüş düğmeli Gözleri kudretten siyah sürmeli Mor yelekli güzelleri nic'oldu Derviş Paşa yaktı yıktı elleri Soldu bütün Çukurova gülleri Karalar geydik de attık alları Altınımız geçmez akçe tunç oldu Gine göründü Anavarza Kalesi Hiç gitmiyor aşiretin belası İlahi Mecit Paşa Hak'tan bulası Çukurova kilidi beyler nic'oldu Ağlayı ağlayı Dadal'ım söyler Vefasız dünyayı şu insan neyler Bin yiğidi bir kötüye kul eyler Şimden geri yaşaması güç oldu
Orta yaşlı buğday benizli, zayıf, kahverengi şalvarlı bir adamla on iki on üç yaşında bir çocuk, dar bir sokaktan içeri girip tahta bir barakadan yapılmış terzi dükkânının önünde durdular. Ön tarafa bir ayaklı dikiş makinası konmuş arka tarafta ise üzeri kumaş ile örtülmüş uzunca tahta bir masa vardı. Daha arkaya da kumaşları koyacak bir raf yapılmıştı. Tezgâhın hemen yanına da giysiler asılmıştı. Adam selam verdi ve “Bu benim oğlum. Ortaokula kayıt ettirdim. Pantolon, gömlek ve üzerine giyecek bir şey lazım.” Dedi. Sabah köyden gelen arabadan inince önce sebze haline gittiler. Adam Portakal kesiminde verilmek üzere komisyoncudan bir miktar borç para aldı. Ondan birazını, aldıkları giysiler için terziye verdi. Kalanıyla da eve gerekli erzakları alacaktı. Baba oğul ilk defa şehirde birlikte dolaşıyorlardı. Uzun çarşıdan, esnaflara selam vererek denize doğru gittiler ve bahçe girişinde Kaymakamlık levhasına varmadan bir lokantaya girdiler. Lokanta sahibi uzunca boylu bir adamdı. Hal hatır sorulduktan sonra, kiremitte güveç ile pirinç pilavı siparişi verdiler. Masanın üzerine bir sürahi su, dilimlenmiş ekmek ile yeşilbiber konmuşu. Tuz ve kırmızı toz biber de vardı. Bu, çocuğun ilk defa tattığı bir yemekti. Çokta hoşuna gitti. Yemekten sonra, geri uzun çarşıya döndüler. Uzun çarşı, İskenderun’un ticaret merkezi idi. Dağ köylerinin ahalisi genelde Cuma günleri şehre gelir ve ihtiyaçlarını buradan karşılardı. Bir dükkânın önünde durdular ve selam verip küçük taburelere oturdular. Sırtında süslü püslü sarı renkli kova benzeri meyan kökü suyu bulunan bir satıcı elindeki iki tası şıngırdatarak geldi ve önlerinde durdu. Hava hâlâ sıcak sayılırdı. İki bardak soğuk meyan kökü suyu doldurdu ve oturanlara uzattı. Biraz ötede başka bir satıcı sırtında menengiç kahvesi satıyordu. Meyan kökü çocuğun ağzında bir serinlik hissi ile değişik bir tat vermişti. İlk defa böyle bir şey içmişti. Nasıl bir şey olduğunu tam anlayamadı. iii Okul açılmıştı. Sınıf listeleri idarenin önünde duvara asılmıştı. Öğrenciler öbek öbek toplandılar. Çocuk, listelerden kendi ismini buldu fakat listede hiç tanıdığı bildiği yoktu. Yalnız listede değil okul bahçesinde de kimseyi tanımamıştı. Sınıfı, idareden doğu yönüne doğru yeni yapılmış dersliklerde idi. Bir de okulun ilk yapıldığı zaman ki derslikler vardı ki bunlar giriş kapısı yanında idiler. Bu binalar 1901 yılında Fransız misyonerler tarafından yapılmış Türk ordusunun Hatay’a girmesine kadar Fransızlar tarafından işletilmişti. 1914 – 1918 arasında ise faaliyetleri durdurulmuştu. Listede sabahçıların, öğlencilerin ve sınıf öğretmenlerinin isimleri de vardı. Okulda ilk gün böyle geçti. Kaldığı ev ile okul on beş dakika yaya mesafesindeydi. İskenderun’a Türk nüfusu 1895 yılından sonra yerleşmeye başlamıştı. Ondan önce Türk nüfusu yok denecek kadar azdı. 1950 sonrası ise büyük oranda Türk köylerinden şehre göç akını başlamış ve Belediye göçenlere bu mahallelerde arsa vermişti. Yollar planlı şekilde açılmış ama evlerin hepsi derme çatma yapılardan oluşuyordu. Sağına soluna bakınarak kalacağı büyük ağabeyinin evine doğru yürümeye başladı. Sokaklar çoğunlukla toprak ve çamurdu. Az bir yerde asfalt yol vardı. Yollardaki banyo ve mutfak sularının birikintilerini atlayarak geçti. iii Güneş epey yükselmişti. Sonbahar İskenderun’da en güzel mevsimdir. Yazın boğucu nem ortamı bitmiş güneş en güzel ışıklarını toprağa doğru salmaktaydı. Deniz, Körfezde nazlı nazlı salınmakta sahile çekilen balıkçı tekneleri geceye hazırlanmaktaydı. Balıkçılık Türklere has bir iş değildi. Çoğunlukla yerli halk balıkçılık yapardı. Birde Güney Doğudan gelenler vardı ki onlar da Hamallık ve Ağır İnşaat işlerinde çalışırlardı. Öğretmen elindeki listeden mevcudu saydı. Kapı girişinden başlayarak öğrenciler, numaralarını ve adlarını ayağa kalkarak söylemeye başladılar. Hiç duymadığı bilmediği isimlerle karşılaştı. Corc, Butros bunlar da kimdi. Türkçe kelimeleri de farklı söylüyorlardı. Öğretmen otuz UJ diyen bu öğrencilerden birine müdahale etti. “Dilini eşek arısı soksun. ÜÇ diyeceksin üç.” Dedi. Birbirleriyle de anlamadığı lisanda konuşuyorlardı. Ferit ile Corc’un, Naim ile Butros’un kendi dilleriyle anlaşmalarını da tam anlayamamıştı. Gerçek şu ki yeni bir dünyaya gelmişti. Bu, çocuk için şaşırtıcı bir deneyim oldu. Zaman geçiyordu. Yarıyıl tatiline çok az kalmasına rağmen bir türlü sınıfla intibak sağlayamadı. İyice içine kapanmıştı. Köy okulunda tüm dersleri çoğunlukla kendisi anlatırdı. Sürekli tahta önündeydi. Başarılıydı. Burada ise dersleri iyi dinliyor ödevlerini aksatmadan yapıyor fakat konuyu bilse de parmak bir türlü kalkmıyordu. Birinci sınıfta kimse ile iletişim kuramadı. Arkadaşı da olmadı. Mahallede de candan bir arkadaşı olmadı. Yalnızdı. Boş zamanlarında halk kütüphanesine gidiyor kitapları ve dergileri karıştırıyor, vaktinin çoğunu burada geçiriyordu. Okumayı seviyordu. İlkokul birinci sınıfından beri Babası ona şehirden aldığı gazete ve dergileri okuturdu. Birde sinemaya gidiyordu. İskenderun şehir nüfusu 1965 yıllarında yetmiş bin civarında idi. Sınıfta Türkiye’nin her yöresinden öğrenci vardı. Sonraki yıllarda bu katlanarak arttı. Köyden kente göçü gördü. Şehirlere, şehirlerden de büyük şehirlere, iç göçü gördü. Şimdi ise Dünyadan Türkiye’ye göçü görüyor. O zaman da kentliler, köylülere kızmışlardı. Durun durduğunuz yerde niye göçüyorsunuz dediler. Şimdi de başka ülkelerden gelenlere kızanları görüyor. Yeter gelmeyin diyenleri de. İstesek de istemesek de değişim devam ediyor. Değişim şaşırtıyor, sancıları artırıyor. Şaşırsak da şaşırmasak da kızsak da sancılansak da değişime boyun eğiyoruz. Hayat devam ediyor.
Yemyeşil karşı tepeleri aşağı dereden, dağın nerde ise tepesine kadar çam ve bahraz ağaçları kaplamış. Deniz tarafından esen rüzgâr evin duldasında oturanları rahatlatıyor. Kimisi boylu boyunca uzanmış kimisi ise sırtını yastığa söykenmiş. Bir öbek duman bulutu aşağıdan yukarıya doğru sürünerek çıkıp, dağın tepesinde kaybolup gidiyor. İnsanda böyle olmuyor mu? Doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve bilinen son. Aşağıdaki dumanlarda da bir telaş var. Tıpkı insanlar gibi. Onlar da birbirlerine sarılarak yukarı doğru tırmanmak yükselmek istiyorlar. Sonra bu telaş bir bitişle sonlanacak. Kaybolup gidecekler. Hayatlarımız gibi. Yaz ayları, sahildeki şehirler sıcaktan kavruluyor. Bu yörenin insanlarının birçoğu yazları yaylaya çıkarlar. Yaylalar gündüzleri biraz sıcak olur ama geceleri gayet serin olur. Göç genelde Yörüklerin vaz geçmedikleri bir alışkanlıktır. Bu dağlarda yaşayanların çoğunun kökleri de Yörük kabilelerine dayanır. Asılları göçerdi şimdi de göçüyorlar. Henüz sekiz on yaşlarındaki çocuk elindeki son model cep telefonunu yere bıraktı. “Anne öff. Ben çok sıkılıyorum.” Dedi. “Dedene soralım bakalım.” Dedi annesi. “Dede sende sıkılıyor musun ?” Saçları sakalları ağarmış dede, biri kendini uykudan uyandırmış gibi etrafına bakındı. Sorunun kendine geldiğini anlayarak biraz düşünceli biraz sıcaktan mahmur. Toparlandı. “Deden, senin gibiyken telefon görmedi. Televizyon görmedi. Evimizde elektrikte yoktu. Daha neler yoktu. Saymakla bitmez.” “Ama yapacak çok işimiz vardı. Her iş bir eğlenceydi.” Dedi. “Eşek arısı yaz aylarında taşların arasına petek yapar, oğul verir. Yani üreme zamanıdır. Ekinler kaldırılınca taş yığınları içindeki yuvaları ortaya çıkar. Çocuklar nerede bir yuva varsa takip eder bulur, ya değnekle ya da taş atarak onları yuvadan dışarı çıkarır. Arı yuvadan çıkar çıkmaz kurşun gibi saldırır. Çocuklar elinde boruk çalısı ile kendini korumaya çalışsa da bazıları sokar. Sokar sokmaz ağrımaya şişmeye başlar. Ya Dünyaya tek gözle bakarsın ya da kolun kalkmaz olur. Bu halinle eve varınca azar işitirsin belki de bir tokat yersin. Soksa da gözümüzü, kollarımızı, şişse de her tarafımız ağlanmazdı, biraz iyi olur olmaz tekrar aynı şeyi yapmaya devam ederdik.” Diye devam etti, Dede. “İnsanı neler sokar. Yılan sokar. Beni soktu. Bir hafta hasta hanede yattım. Eşek arısı sokar. İt arısı ya da kızıl arı da sokar. Bal arısı da sokar. Bunların hepsi beni soktu. Akrep soktu mu çok fena acıtır. Anamı sokmuştu da iki üç gün nerdeyse ağlayacaktı. O kadar acıtmıştı.“ Dede, dalıp gitmiş geçmiş günlerini hatırlamıştı. İçinden ne kadar da çok şey anlatmak geliyordu. Hatıraları dereden yukarı coşkun coşkun giden duman bulutu gibi gözünün önünden akıp gidiyordu. “Akrep çıkarmak için çalıların içinde yuva arardık. O yuvasını bir başka yapar. Girişi hilal gibidir. Yuvasından çıkarmak için kalın bir ipin ucuna bal mumu yapıştırıp yuvanın içine salarsın. Bal mumunu ısırınca çekip dışarı çıkarırsın. Akrep ipin ucunda sallanır. Kuyruğunu batıracak yer arar. Ne keyf!“ “Ya işte böyle. Deden hayatı sevdi. Dolu dolu yaşadı. Sıkılmadı.” “Belki bende bugün senin gibi bir çocuk olsam sıkılır mıydım?” “Belki de sıkılırdım.” “Bilemiyorum.” “Yapacak hiçbir şeyin yok. Bırak sokacak haşaratı, böceklerden bile korkuyorsun. Toprakla oynayamıyorsun. Ormana gidemiyorsun. Sokağa çıkamıyorsun. Yalnız okula bile gidemiyorsun. Sana kala kala bir telefon kalıyor. Ondan da sıkılıyorsun.” “Dünya ne hale geldi. Varlık içinde yokluk. Bende çok iyi anlayamıyorum. Belki de haklısın. Ne diyeyim.”
Osmaniye ve Adana’yı geçerek Akdeniz’e dökülen Ceyhan nehri ve çevresi sonbaharda çok güzel olmuştu. Masmavi su öyle güzel akıyordu ki asker elbiseli otuzlu yaşlarda bir adam akan suyun içine daldı. Elini yüzünü yıkadı. Sonrasında üst elbiselerini de çıkardı ve vücudunu iyice yıkadı. Ayaklarını da ta dizlerine kadar çağıldayarak akan suyun içine uzattı. Su yorgunluğunu almıştı. Biraz aşağıda Ceyhan nehri üzerinde dokuz gözlü Adana Halep yolu güzergâhında Romalılar tarafından yapılan Misis köprüsü vardı. Ceyhan nehri Elbistan ilçe merkezindeki Pınarbaşı kaynağından beslenip orta Toroslarda Nurhak dağından çıkan Söğütlü deresi ile Elbistan ilçesinde birleşir. Ayrıca Sivas yakınlarından doğan Terbüzek ve Kömür çayları Göksun Çayı adı ile Ceyhan nehri ile birleşir. Aksu çayı da Çağlayancerit ilçesinde Ceyhan nehri ile birleşir ve bereketli Çukur ovayı besler. Bu nehir Akdeniz Bölgesi'nin en büyük akarsularındandır. Kıyıda çok büyük bir delta oluşturarak İskenderun körfezine dökülür. Asker, nehirden bir yılan balığı yakaladı ve sırtındaki çantanın içine koydu. Yol azığı tamamdı. Köprüyü geçerek düşünceli bir şekilde yürümeye başladı. Çanakkale cephesinde savaşa katılmıştı. Savaş bitince birlikte savaştıkları askerlerden birçoğu izin almadan memleketlerine dönmüşlerdi. Kendisi de öyle yaptı. Bu tür asker kaçağını önlemek için kısa bir zaman sonra Büyük Millet Meclisi 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarmıştı. İskenderun yaylasında bulunan evine varmaya epey yaklaşmıştı. Bunca zaman sonra izinsiz eve gelmesi nasıl karşılanacaktı. Merak ediyordu. Evliydi. Dört kızı ve bir oğlu vardı. Savaş çıkınca askere çağrılmıştı. Büyük ve küçük olmak üzere beş kardeşi daha askere gitmişti. Kendisi ile beraber bir kısmı Çanakkale cephesine bir kısmı ise Filistin – Yemen - Trablusgarp tarafına gönderilmişlerdi. Kardeşlerinden yalnızca biri bekârdı, diğerleri evli ve çocuk sahibi idiler. Çocukların ve gelinlerin bakımı İhtiyar babaya kalmıştı. İhtiyar babası sağlıklı ve dirayetli biri idi. Ona saygıda kusur etmezler ondan çekinirlerdi. Yaşlı adam birkaç gündür kendisinden saklanılan bir şeylerin olduğunu kadınların davranışlarından anlamıştı. Gelinlerden birini çağırmış ona olan biteni sormuştu. Kadınların, askerden izinsiz gelen oğlunu, birkaç gün ormanda sonra da hayvanların bulunduğu ahırda sakladıklarını öğrendi. İhtiyar, ev ahalisinin hepsinin bir arada bulunduğu yemekten sonra hiddetli bir şekilde bastonunu yere vurarak; “O asker kaçağına söyleyin. Hemen yanıma gelsin.” Dedi. Ortalık bir anda buz gibi olmuştu. İhtiyardan başka herkes olanı biteni biliyordu. Hepsinde şimdi ne olacak diye bir merak uyanmıştı. Gelin koşarak gitti ve durumu asker eşine anlattı. Beraber döndüler. Selam verdi. Öpmek için babasının eline sarıldı. Babası elini geri çekti. “Sen ne yaptın. Askerden kaçılır mı hiç.” Dedi. “Baba ben askerden kaçmadım. Hastalandım. Herkes gibi ben de izin almadan geldim.” Dedi. “İzin almadan askerden gelinmez. Tez geri döneceksin. İzin verirlerse geleceksin.” Dedi İhtiyar. iii Nehir güçlü şekilde çağıldıyordu. Eve geldiği yoldan değil de daha yukarı bir güzergâhtan geriye dönmüştü. Yakında bir köprü yoktu. Elbiselerini ve postallarını çıkartıp Ceyhan nehrini geçmeğe başladı. Nehri zor güç geçti ama postallarını nehre kaptırdı. Ayak yalın kalmıştı. Bu şekilde Kayseri’ye kadar ulaştı fakat hastalığı artmıştı. Trenle Tokat’a geldi. İlgili askeriye birimine gidip durumunu anlattı. Hasta olduğunu da söyledi zaten durumu apaçık ortada idi. Tedavi için Hasta haneye aldılar. Sonunda ihtiyar adama, Birinci Dünya Savaşından, dört şehit ile on sekiz yetim ve de üç dul gelin kalmıştı. Oğullarından ikisi ise askerden sağ salim dönmüştü. Çok geçmedi İhtiyar da doksan iki yaşında vefat etti. iii O zamanın sömürgecileri, bizleri bu topraklardan çıkartmak istediler fakat başaramadılar. Kanlarını bu topraklar için akıtanlara minnet borcumuz var. Şu an ihtiyacımız olan, aklımızı ve alın terimizi hayatla buluşturup güçlü olmaktır, bilinçli olmaktır. Bu toprakları bize vatan olarak bırakanlara rahmet olsun.