Yemyeşil karşı tepeleri aşağı dereden, dağın nerde ise tepesine kadar çam ve bahraz ağaçları kaplamış. Deniz tarafından esen rüzgâr evin duldasında oturanları rahatlatıyor. Kimisi boylu boyunca uzanmış kimisi ise sırtını yastığa söykenmiş. Bir öbek duman bulutu aşağıdan yukarıya doğru sürünerek çıkıp, dağın tepesinde kaybolup gidiyor. İnsanda böyle olmuyor mu? Doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve bilinen son. Aşağıdaki dumanlarda da bir telaş var. Tıpkı insanlar gibi. Onlar da birbirlerine sarılarak yukarı doğru tırmanmak yükselmek istiyorlar. Sonra bu telaş bir bitişle sonlanacak. Kaybolup gidecekler. Hayatlarımız gibi.
Yaz ayları, sahildeki şehirler sıcaktan kavruluyor. Bu yörenin insanlarının birçoğu yazları yaylaya çıkarlar. Yaylalar gündüzleri biraz sıcak olur ama geceleri gayet serin olur.
Göç genelde Yörüklerin vaz geçmedikleri bir alışkanlıktır. Bu dağlarda yaşayanların çoğunun kökleri de Yörük kabilelerine dayanır. Asılları göçerdi şimdi de göçüyorlar.
Henüz sekiz on yaşlarındaki çocuk elindeki son model cep telefonunu yere bıraktı.
“Anne öff. Ben çok sıkılıyorum.” Dedi.
“Dedene soralım bakalım.” Dedi annesi.
“Dede sende sıkılıyor musun ?”
Saçları sakalları ağarmış dede, biri kendini uykudan uyandırmış gibi etrafına bakındı. Sorunun kendine geldiğini anlayarak biraz düşünceli biraz sıcaktan mahmur. Toparlandı.
“Deden, senin gibiyken telefon görmedi. Televizyon görmedi. Evimizde elektrikte yoktu. Daha neler yoktu. Saymakla bitmez.”
“Ama yapacak çok işimiz vardı. Her iş bir eğlenceydi.” Dedi.
“Eşek arısı yaz aylarında taşların arasına petek yapar, oğul verir. Yani üreme zamanıdır. Ekinler kaldırılınca taş yığınları içindeki yuvaları ortaya çıkar. Çocuklar nerede bir yuva varsa takip eder bulur, ya değnekle ya da taş atarak onları yuvadan dışarı çıkarır. Arı yuvadan çıkar çıkmaz kurşun gibi saldırır. Çocuklar elinde boruk çalısı ile kendini korumaya çalışsa da bazıları sokar. Sokar sokmaz ağrımaya şişmeye başlar. Ya Dünyaya tek gözle bakarsın ya da kolun kalkmaz olur. Bu halinle eve varınca azar işitirsin belki de bir tokat yersin. Soksa da gözümüzü, kollarımızı, şişse de her tarafımız ağlanmazdı, biraz iyi olur olmaz tekrar aynı şeyi yapmaya devam ederdik.” Diye devam etti, Dede.
“İnsanı neler sokar. Yılan sokar. Beni soktu. Bir hafta hasta hanede yattım. Eşek arısı sokar. İt arısı ya da kızıl arı da sokar. Bal arısı da sokar. Bunların hepsi beni soktu. Akrep soktu mu çok fena acıtır. Anamı sokmuştu da iki üç gün nerdeyse ağlayacaktı. O kadar acıtmıştı.“
Dede, dalıp gitmiş geçmiş günlerini hatırlamıştı. İçinden ne kadar da çok şey anlatmak geliyordu. Hatıraları dereden yukarı coşkun coşkun giden duman bulutu gibi gözünün önünden akıp gidiyordu.
“Akrep çıkarmak için çalıların içinde yuva arardık. O yuvasını bir başka yapar. Girişi hilal gibidir. Yuvasından çıkarmak için kalın bir ipin ucuna bal mumu yapıştırıp yuvanın içine salarsın. Bal mumunu ısırınca çekip dışarı çıkarırsın. Akrep ipin ucunda sallanır. Kuyruğunu batıracak yer arar. Ne keyf!“
“Ya işte böyle. Deden hayatı sevdi. Dolu dolu yaşadı. Sıkılmadı.”
“Belki bende bugün senin gibi bir çocuk olsam sıkılır mıydım?”
“Belki de sıkılırdım.”
“Bilemiyorum.”
“Yapacak hiçbir şeyin yok. Bırak sokacak haşaratı, böceklerden bile korkuyorsun. Toprakla oynayamıyorsun. Ormana gidemiyorsun. Sokağa çıkamıyorsun. Yalnız okula bile gidemiyorsun. Sana kala kala bir telefon kalıyor. Ondan da sıkılıyorsun.”
“Dünya ne hale geldi. Varlık içinde yokluk. Bende çok iyi anlayamıyorum. Belki de haklısın. Ne diyeyim.”