Cinni Dere

Kara kuru çelimsiz on iki on üç yaşlarında bir çocukla yeşil gözlü kırmızı yanaklı gür siyah sakallı, saçları biraz sarıya yakın renkte orta yaşlarda bir adam birlikte hayvanlarının önünde yürüyorlardı. Adam öndeydi. Arkasında ise zayıf kemikleri çıkmış bir katır vardı. Katırın sırtında iki dolu domates sandığı ile semerin ortasına konmuş içinde seçilmiş iri domatesler bulunan hayıtlık ağacından yapılmış irice bir sepet vardı. Arkadaki kısrak ise önde yürüyen çocuğun aksine bakımlı ve küheylan bir hayvandı. Ona da iki sandık ile birlikte bir sepet domates yüklemişlerdi. Sepetin altında da Yörük dokuması boş bir heybe vardı.
Ay tam alınlarında yusyuvarlak ve her tarafı gündüz gibi etmişti. Yıldızlar sönüktü ve çok azı görünüyordu. Yayladan yokuş aşağıya taşlı patika yoldan nal şakırtısıyla Allı´nın deresine doğru indiler. Yolun burasını geçerler ise bundan sonrasını korkmadan gidebilirlerdi. İlk defa bir gece yolculuğuna çıkan çocuk böyle düşünüyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Çocuk dereye doğru yaklaştıkça kısrağın yularına daha sıkı sarılıyor karanlık gecelerde, yarı aydınlık ocak başlarında anlatılan, cin hikâyeleri aklına geliyor, tedirginliği ve korkusu biraz daha artıyordu.
Akşam yemeğinden hemen sonra yatmışlar gece yarısı geri kalkmışlardı. Yüklerini hayvanların sırtına yükleyip yola koyulmadan çocuğun anası sıkı sıkıya alacaklarını tembihlemişti. İstenilenler; bir şişe gaz yağı, üç kalıp sabun, üç kilo şeker, bir kilo tuz ve biraz da yiyecekti. Ayrıca diril, basma gibi giyecekler ve fistanlık da istemişti. Kırmış, fıstık, lokum, sucuk, helva ve somun ekmek en bilinen yiyeceklerdi. Sabah ezanı okunmadan şehirde olmalıydılar. Sattıklarının parasıyla da siparişleri alacaklardı.
"İki yer tehlikelidir." dedi. Adam ilk kez konuşuyordu.
"İşte biri bu dere biri de Kerkip´in aralığı. Bu derede cinler olur, Kerkip´in aralığında ise zehirli yılanlar."
Adam konuşmasa daha iyiydi. Şimdi çocuğun korkusu ve tedirginliği daha da artmıştı. Bu dereyle dair anlatılanları ve sonra da yakın komşuları olan Jandarma Nuru ile ilgili anlatılan o cin hikâyesi aklına geldi. İçinde bir ürperti hissetti. Demek ki cin vardı ve bunu en yakın komşularından biri görmüştü. Anlatılana göre olay şöyle olmuştu.
Akşam Jandarma Nuru, abisi ve çocukları ile birlikte evlerinde fannis ışığında otururken dereden yukarıya doğru gelmekte olan davullu zurnalı bir kalabalığın sesini duyarlar.
"Bizim köyde ya da yakın köylerde bildiğimiz duyduğumuz bir düğün var mı hanım ?" der. Jandarma Nuru. "Yoksa bizim mi haberimiz olmadı?"
Jandarma Nuru, düğün dernekten hoşlanan birisidir. Onsuz düğün olmaz dense yeridir. Tüm düğünlerde bulunur ve kendisine has oyunlarını oynar ve herkes de pür dikkat kendisini seyrederdi.
Seğmenler, davullar ve zurnalarla, evin hemen yanına gelmiştir. Abdallar, oynak Kırıkhan oyun havaları çalmaktadırlar. Seslere bakılırsa da, bunlar yukarıya doğru gitmektedir. Yukarıda kimin düğünü var? Bugün ve bu akşam saatinde bunlar nereye ve kime gitmektedir. Düğünler, buralarda, hamis günü yapılmaz. Bunlar da kim olabilir?
Jandarma Nuru evde, çoluk çocuğun seslerine değil de gelen davul zurna sesine kulak vermiş onları dinlemekte ve bunları düşünmektedir. Evet, bunlar kesin olarak bir düğüne gitmektedirler deyip hemen hazırlığa başlar. Ceketini, postalını giyip dışarıya çıkar. Bu ara abisi içerden seslenmiş onun söylediklerini duymamıştır bile.
"Yahu nereye gidiyorsun diyorum hiç ses vermiyorsun?" Diye sertçe çıkışır.
"Duymadım." der.
"Tabii duymazsın gene davulun sesini duydun. Her şeyi unuttun. Yarın çifte gidecektik. Bu düğün işi de nerden çıktı. Yahu sen bu işten vazgeçmeyeceksin. İşimiz gücümüz var. Senin aklın ise düğün dernekte."
Söylenenlere hiç kulak vermez. Ha bire postallarının ipini bağlamaya uğraşmaktadır.
"Yahu işi sonra yaparız. Dünyanın sonumu geldi." Der ve hızla derme çatma ağaçtan yapılmış dış avlunun kapsalığını kapatıp evin biraz öbür tarafında sesleri duyulan seğmene doğru yürümeye başlar.
Ortalık iyice kararmıştır. Biraz yukarıya duman çökmüş tam olarak gidenler görünmemektedir. Koşarak kestirmeden yetişmeye çalışır. Nefes nefese kalmıştır. Ama bunlar nereye gidiyorlar diye bir taraftan da düşünmektedir. Bu yanda düğün yapacak birisi yok bu yolun sonu ormana çıkıyor. Bir hay edip yetişmeye çalışır ve arkalarından bağırır.
"Nereye gidiyorsunuz? Bekleyin."
Duyan eden olmaz. Doğruca ormana gitmektedirler. Bir daha can havliyle koşup en arkadakine yetişir ve bağırarak.
"Yahu nereye gidiyorsunuz. Burası yanlış yol. Bu yol ormana gidiyor. Geri dönün." Der.
En arkadaki adam. "Arkadaş sen gelmek istemiyorsan gelme. Bizim yolumuz bu yöne. Biz böyle gidiyoruz." Der ve ekler.
"Al şu düğün lokumunu da en iyisi sen evine geri dön."
Duman çökmüş ortalık zifiri karanlık olmuş göz gözü görmemektedir. Bir anda ses seda da kesilmiştir. Ortada ne düğüncü nede seğmen kalmıştır. Ne olup bittiğini anlamamış öyle kala kalmıştır. Bildik köyün köpekleri havlamakta ormandan gece kuşlarının sesleri gelmektedir. Yapacak bir şey kalmamıştır. Somurgaç çalılarının içinden yürüyerek eve geri döner.
"Ne oldu? Neden geri geldin?"
"Onlara ulaşamadım. Son bir adama ulaştım. Bu yol yanlış." Dedim.
"O da bana sen gelme o zaman. Al şunu." dedi.
"Neymiş o ?"
Avucunu açtığında birde ne görsün. Taze hayvan pisliği.
Onu görür görmez. "Bismillahirrahmanirrahim. Sen cinlerle karşılaşmışsın gardaşım." Der abisi.
Jandarma Nuru tam kırk gün kırk gece ateşler içinde yatakta sayıklamış ve sonra iyileşmiştir.
Çocuk bir yandan besmele çekip, dualar okuyor, bir yandan da bildiklerini unutmaya çalışıyordu. Ama nafile. Şimdiye kadar duyduğu tüm cin hikâyeleri, gözünün önündeydi. Hele dereye yaklaştıkça, içi ürperiyor, korkusu biraz daha artıyordu. Evet, bu dere cinli dereydi. Bir besmele daha çekti. Başka bir dua okudu. Nafile. Cinler aklından çıkmıyordu. Bu dere ile anlatılan da şöyle bir hikaye idi.
Gene bir yaz günü Körfezin üzerinde güneşin nar gibi kızardığı zamandı. Güneşin batmasına çok az bir zaman kalmıştı. Şehrin üzerine sis çökmüş ormandan cırlavıkların kulakları tırmalayan sesleri geliyordu. Aşağısı çok sıcaktı ama yukarı yaylaya doğru çıktıkça hava serinliyordu.
Biri katırlı biri yayan İskenderun´dan gelen iki kişi, bir saate yakın yoldaydılar. Bunlardan biri Damadın oğluydu. Katıra binmiş, biraz önde gidiyordu. İşte bu dereye gelmişlerdi. Derenin içlerine, güneş vurmuyordu. Ceviz ağaçlarının gölgeleri iyice karanlımış derenin arka tarafları görünmez olmuştu. Arkadan yayan gelen ağacın dibinde bir kımıltı hissetti. Durdu. İyice baktı. Yüzü tam seçilemiyordu ama birisi büyük taşın üzerine oturmuş kendisine eliyle gel işareti yapıyordu.
Yoldan çıktı el edene doğru yavaş yavaş yürüdü. İyice görebilecek kadar yanına yaklaştı. Çıplak bir kadın bir eliyle saçlarını tarıyor diğer eliyle de işaret ediyordu. Aklından deredeki sudan yıkanıp elbiselerini mi kurutuyor diye geçti. Ama niye kendisini çağırsın ki diye düşündü. Aklı karışmış ne yapacağını bilememişti.
Hızla geri döndü ve yola çıktı. Arkadaşının arkasından yetişmek için adımlarını sıklaştırdı. Islık çalarak ormana girdi. Büyük bahraz ağaçlarının altından geçti ve arkadaşına yetişti. O da katırını durdurmuş bekliyordu. Olup biteni bir solukta anlattı. Korktuğunu ve ne yapacağını bilemediğini söyledi. Katırın sırtında düşünceli düşünceli bir şekilde duran adam;
Bak dedi. "Bence o bir kadın olamaz. Çünkü buralarda bu vakitlerde yalnız olarak soyunup çimecek bir kadın yoktur. Burada oturanları bilirim. Onlar su almak için buraya gelmezler. Evlerinin yanında pınarları ve yunakları var. Olsa, olsa bu bir cin olabilir. Cinden başkası olamaz. Bak bu yerde böylesiler çok görülüyor. Sende duymuşsundur. İyi ki ona yaklaşmadın. Seni çarpabilirdi."
Çocuk, bunları düşünüyordu. Korkmamak için de kısrağın yularına sıkı sıkıya sarılarak hayvana daha da yaklaşıyordu. Böylece dereyi geçtiler. Rahatlamıştı. Bir hayvanın zar zor sığdığı, yamaç sıra giden patika yolda ayın aydınlığında yürümeye devam ettiler. Ve biraz gittikten sonra hem yollar düzelmiş ve hem de çocuğun içindeki korku biraz geçmişti. Sonra biraz ileriye vardıklarında gümüş rengine boyanmış denizi gördüler. Onu ayaklarının altında hissetti. Deniz o kadar yakındaydı ve çok güzel görünüyordu. Şehrin ışıkları kıpır kıpırdı. Bunları seyrederek yokuş aşağısına dolana dolana indiler.
Üzerini ağaçların örttüğü, karanlıktan ne var ne yok tam görünmeyen köyün aralığında, yılanlardan korunmak için hayvanlarını önlerine kattılar ve kendileri de arkalarından yürüdüler. İndikçe sıcaklık artmış yaylanın buz gibi havasından bir eser kalmamıştı. Çekirgeler her tarafta koro halinde ötüyorlardı. Yol kenarlarındaki incirlerden birer ikişer kopardılar. Çamurlu yolları geçip köyün dışına çıktılar. İskenderun Körfezinde ışıkları sönmemiş iki büyükçe gemi ile lambaları belli belirsiz görünen balıkçı tekneleri vardı.
Sağ salim şose yola varmışlardı. Kıyıyı takip ederek limanı geçtiler. Çay Mahallesinde kurulan hale vardılar. Daha sabah ezanı okunmamıştı. Yüklerini komisyoncularına indirip kendileri gibi köylerden yük getiren köylülerin gittiği Mercan Hana hayvanlarını bağladılar. Hanın hemen dışında helva ekmek satan bir dükkâna girdiler. İçerisinde on kişi vardı. Adam selam verdi. Çocukta arkasından girdi ve bir kenara oturdular. Sıcak somunun içine konmuş helvaları bir iştahla yediler. Karınları doymuştu.
Adam ile çocuk beraber öğlen namazına 1864 de Kaptan Mehmet Paşa tarafından ahşaptan yaptırılmış tek şerefeli taş minareli şehrin bilinen ilk camisine gittiler. Sonra da komisyoncudan hesaplarını alıp sipariş edilenlerden yiyecek hariç diğerlerini satın aldılar. Çocuğun yiyecek almaya parası yetmedi. Hava çok sıcaktı. Sanki asfalt yeni kaynamışta yola dökülmüş gibiydi. Ayakkabılarına yapışıyordu. Elbiseleri sırtlarına yapışmış ikisi de boncuk, boncuk terliyorlardı. Yayla adamları için buralarda yaşamak çok zordu.
Fırının hemen yanında dış kapıları camlı lokantaya girdiler. Karşılarında, biraz ileride kaymakamlık binası görünüyordu. Ön bahçesinde dört adet palmiye ile kırmızı sarı rengârenk açmış çiçeklerin içerisinde güller vardı. Ve hemen arkasında da masmavi bir deniz ve üzerinde taklalar atan martılar. Garson, sipariş almaya geldiğinde;
"Ben güveç ile pirinç pilavı istiyorum." Dedi çocuk. Adam bu yemek adını nerden biliyor diye şaşırmıştı ve çocuk devam etti.
"Babamla buraya daha önce gelmiştim. Yemeğin adını ondan biliyorum. Hoşuma gitti. Tas gibi kiremitten yapılmış kap içinde fırında pişirilip sıcak sıcak geliyor. İçerisinde patlıcan, domates, yeşilbiber, soğan, kuşbaşı etle, bolca diş, diş konmuş sarımsaklar var. Bak. Şu girişteki masada oturan da Lokantacı. Buranın sahibi. O babamı tanıyordu."
Yemekten sonra çaylarını da içtiler. Gitme zamanı gelmişti. Yolda İmamın camide söylediği aklına geldi.
İslam âlimleri, cinlerin tesirinden kurtulmak için Allah'a sığınmak gerektiğini belirtmişlerdir. Başka şeyler de söylemişti ama hatırladığı bu kadardı. Artık korkmuyordu, tedirgin de değildi. Hep birlikte geri dönüyorlardı.
****
Amcasının oğlu yanında olmasa anası çocuğu yalnız başına şehre göndermezdi. Zaten Adama da gerekli tembihi yapmıştı. Anası ela gözlü, uzun boylu, kumral, babayiğit bir kadındı. Diri durur erkek gibi konuşurdu. Kocası öldüğünde otuz beş yaşındaydı. Eşi Memiş´in ani ölümü onu biraz daha güçlendirmiş her işin üstesinden gelecek bir dayanıklılık ve kendine güven kazandırmıştı. Babası da hatırı sayılır biriydi. Kızlığında orada epeyce bir görgü ve deneyim kazanmıştı. Nişanlısının ölümü üzerine Memiş ile evlenmişti. Memiş nişanlısının küçük kardeşi idi. Öldüğünde şu maniyi söylemişti.
Evin önü çınar mola.
Ateş yaksam yanar mola.
Döne, döne ben ağlasam.
Eller beni kınar mola.
Cebine yiyecek doldurur bunları karşılaştığı çocuklara dağıtırdı. Evinde her zaman misafiri olur sohbeti ve ikramı pek severdi. Bazıları onun için erkek gibi konuşmayı da pek seviyor derlerdi. Bir güzel söz hoş bir eda. İnsanlar taş kovuğunda da yaşasalar yoklukta da olsalar varlıklı da hep aynıydılar. Söz söyleyenler ve sözden anlayanlar.
Akşam kızıllığında ormana sessizlik çökmüştü. Koyun ve keçi sürüleri kavallarını azık çantalarına sokmuş yontulmuş düz değnekleri omuzlarında ha bire ıslık çalan çobanlarla birlikte çan sesleri kuzu melemeleri köpek havlamalarıyla köye doğru geliyorlardı. Her tarafta telaş içinde bağırıp çağıranların sesleri vardı. Burası yazın gelip oturdukları yayla yeriydi. Senenin altı ya da yedi ayını burada geri kalanını ise Akdeniz´e üç kilometre mesafede Amanos dağlarının eteğindeki köylerinde geçirirlerdi. Geçimleri hayvancılık ve ziraat üzerine idi.
Yayla köyden yaya yaklaşık bir saat mesafede iki dere arasında bayırda bir sırta kurulmuş yirmi hane evdi ve dört kucak alacak kadar bedenleri bulunan büyük ceviz ağaçları çok eskilerden kalma erikleri armutları giriş de ise tarihi ve kimlere ait olduğu bilinmeyen eski mezarları vardı. Bir zamanlar birileri burada yaşayıp burada ölmüşlerdi. Onlardan geriye mezarlarında hâlâ çürümemiş birkaç kemikten başka hiçbir şey kalmamıştı. Bilinenin hepsi buydu. Belki de onların sözden anlayanları sözü dinlenirleri de vardı ama onlardan bize hiçbir söz ulaşmadı. Bildiğimizin hepsi de bu.
Çocuk çetil ceviz ağacını geçip kapsalığı açtı ve kısrağı içeri aldı. Anası evin önüne çıkmıştı. Yükleri indirip duvarın dibine koydular. Semeri de biraz kenar yere indirdiler. Hayvanı da yan tarafta bulunan kazığa bağlayıp su ve saman verdiler. Çocuk dükkândan aldıklarını domates sandıklarının içerisine koymuştu. Götürdüğü heybeyi de öylece bomboş geri getirmişti. Kadın sandıktan boşalttıklarını içeri götürürken kocasının sağlığında birlikte mutlu geçen günlerini hatırladı. İçi ürpermiş gözleri nemlenmişti.
"Bak. Oğlum Hasan." Dedi.
Biraz kızgın ve öğretici bir eda ile.
"Paran yoksa gölüğü sat şehirden eve gelirken heybeni doldur da gel. Yiyeceksiz eve gelinmez."