BOZYILAN
Sıcak bir yaz günüydü. İlkokulu bitirdiğim sene, günlerden Cuma idi. Çok iyi hatırlıyorum babam evde yoktu. Cuma namazı için akşamdan İskenderun’a gitmişti. O zamanlar köyden şehre göç vardı. Köyün ve çevre köylerin nerdeyse yarısı şehre göçmüş, gecekondu mahalleleri oluşturmuşlardı. Göçmeyenlerin de çocukları şehirde iş bulmuş oraya yerleşmişlerdi. Babamın da kalacak bir gecekondu evi vardı ama akrabaların birinin evine gidip sohbet etmeyi severdi. Bu evde farklı yerlerde tornacı olarak çalışan üç oğlu kalıyordu. Köydeki evde erkek çocuk olarak bir ben kalmıştım, birde askere gitmeye hazırlanan ağabeyim vardı ayrıca bir ablam ve birde kız kardeşim vardı. Ben de okullar açıldığında ortaokula gidecektim. Babam öyle demişti.
Köyümüzde ve çevre köylerde genç nesil için tarım yapacak yeterli toprak yoktu. Artık tarım üretimi karın doyurmuyordu. Geçim kaynağı olarak yeni iş alanlarına ihtiyaç vardı. Yeni meslekler oluşuyordu. Köyler boşalıyor, tarımsal üretim azalıyor, sanayi gelişiyordu. Köylülerden okula giden öğrenci çok azdı. Araçların artması ile yeni tamir atölyelerine ihtiyaç duyuluyordu. Bir tamirci, motoru baştan söküp yeniden kurabiliyor, ihtiyaç duyduğu parçaları da tornacılara yaptırabiliyordu. Bu yeni atölyeler yeni çalışan demekti. İş gücü köyden şehre doğru olan bu göçten besleniyordu.
İskenderun’un hayvan bağlanılan hanları, artık şimdilerde küçük atölyelere dönüşmüştü ve buralarda artık tamir bekleyen kamyonlar taksiler duruyordu. Bir handa marangozlar, bir diğer handa ise araba tamircileri, kaportacılar dükkân açmışlardı. Bu yıllarda hayat hızlı bir şekilde değişiyor küçük atölyeler fabrikalara dönüşüyordu.
Sabahleyin Anam, “Git bahçeden biraz ot yol da getir.” Dedi.
Bahçe eve biraz uzaktaydı. Zorsundum ama istemeye istemeye yola koyuldum. Yanıma otu bağlamak için anamın eski çamaşırlardan yaptığı bir örme ve birde keskin bir bıçak aldım. Otu yeni doğurmuş ineğe verecektik. Ayrıca da otuz kadar kuyruksuz koyunumuz vardı. Koyunları obanın koyunlarını güden çobanın sürüsüne katıyorduk.
Portakal bahçesi üç yüz kök kadar vardı. Babamın en önemli gelir kaynağıydı. İlkbaharda bellenir, zibillenir sulama yalakları yapılırdı. Zibillenmiş sulu toprakta çeşit çeşit ot olmuştu. Bir uçtan ot yolmaya başlamıştım. Acele ediyordum. Eve hemen geri dönmek istiyordum. Birden sağ orta parmağımda acı hissettim baktım çok hafif kanamıştı. Bir diken olabilir mi diye hemen otların içine baktım. Bir de ne göreyim. Yarım metre kadar boz bir yılan, ben soktum seni der gibi kafasını kaldırmış bana bakıyor. Telaş etmeden sağa sola bakındım ve büyükçe bir taşla tam ortasından vurdum. Kaçamadı, sağa sola kıvrılmaya çalışıyordu ve sonra taşla vurmaya devam ettim. Ölmüştü. Alelacele topladığım otları örme ile bağlayıp sırtıma aldım ve hızla eve döndüm.
Eve varınca Ağabeyim, hemen dut dalı kabuğu soydu ve kolumun üst tarafından bağlayıp iyice sıktırdı. Hemen yola koyulduk yirmi dakikalık yayan yoldan sonra denizci askerlerin nizamiyesine vardık ve Abim, benim durumumu anlattı. İskenderun’a hastaneye götürecek bir araç olup olmadığını sordu. Bu arada koltuk altım yavaş yavaş ağrımaya başlamıştı. Askeri birlikte beni hasta haneye götürecek bir araç bulamadık, yola çıkıp Dörtyol - Payas dolmuşlarını beklemeye başladık.
İskenderun, Osmaniye’den Hassa’ya kadar bölgenin ticari sanayi merkezi haline gelmişti. Yollarda yeni tip araçlar çoğalmıştı. İnsan ve yük taşımacılığı hızlı şekilde gelişiyordu. Burunlu yeni bir otobüs durdu ve muavin bizi içeri aldı. Yeni araçların hızları da artmıştı, çabucak İskenderun’a vardık. Bir atlı faytona binip doğruca devlet hastanesine gittik.
Fransızlardan kalma Devlet Hastanesi yüksekçe iki katlı bir bina idi, girişinde ise büyükçe bir bahçesi vardı. Girişte bir bekçi kulübesi ve kulübenin hizasında caddeye paralel üç kara dut ağacı dikilmişti. Meyvelerinin bir kısmı kırmızı bir kısmı siyahlaşmıştı. Büyükçe kemerli giriş kapısından içeri girince beni bir odaya aldılar ve açık mavi renkli önlüklü biri benimle ilgilendi. Sanırım doktordu. Yanındakine bir şeyler söyledi. Biraz sonra hemşire elinde bir iğne ile geldi ve kolumu açmamı söyledi. Gömleğimin kolunu sıyırdım. Tam omuzumdan iğneyi batırdı ama öyle bir acıdı ki, yılan sokması yanında hiç kaldı. Gözümden yaşlar gelmişti.
Beni birinci katta yirmi kişilik bir koğuşa gönderdiler bir hafta kalacak dediler. Yılan sokmasından dizden aşağısı mosmor olmuş, yerinden kalkamayan, yatağımın yanında yatan adam, ağladığımı görünce bana dönerek,
“Neyin var?” dedi.
“Boz yılan soktu. Yarım metre vardı.” Dedim.
Adam şöyle bir baktı bana ve
“Topu topu bu kadar yılan mı seni ağlatan.” Dedi.
“Yok.” Dedim. Yanımda dikilmiş duran hemşireyi göstererek.
“Aha bana iğne sokan bu BOZYILAN.” Dedim.
Canım çok acımıştı. Ve bir hafta boyunca da çok acıttılar.