Körfezde gün batıyordu artık. Deniz çarşaf gibi serilmiş, üzerine bir ressam boyalarının tümünü dökmüş de karıştırmış sanacağınız güzellikte bir manzara. Kahverengiden kırmızıya kadar renk ahengi. Karşınızda bakmaya doyamayacağınız bir güzellik var.
Denizden üç yüz metre kadar yükseklikte yedi evlik bir aşşaki (aşağıdaki) oba var. Evleri daha önce daha yukarıdaki köyde idi. Tarlalarının üzerine yeni evler yapıp portakal bahçesi ekmişlerdi. Günü bitirip geceye hazırlanıyorlardı.
Körfez buradan bakınca da daha bir güzel görünüyordu. Güneşin battığı yerin biraz sağında belli belirsiz Yumurtalık, sol tarafa doğru döndüğünde ise iskele (İskenderun) görünürdü. Deniz, doğuya doğru girinti yapıyor, sahil şeridindeki ışıklar şehri bir başka güzel gösteriyordu. Camilerin minareleri de öyle. Çifte Minareli Hamidiye Cami'nin ışıkları akşam namazında yanar, yatsı ezanından sonra sönerdi. Yandığında şehrin üzerinde asılı iki güzel küpe gibi dururdu.
Bu obanın en güneyindeki evde akşam yemeği hazırlığı yapılıyordu. Bez sofra, döşemesi tahta olan batı kenarındaki odanın sağ kenarına serildi. İki katlı taş duvarlı binanın alt katında hayvanlar için yapılmış bir ağıl ve bir de saman ve ot koymak için bir depo bulunuyordu. Bu depoda ayrıca hayıtlık ve zakkum ağacından yapılmış portakal küfeleri depolanırdı. İki odalı evin girişinde büyükçe bir avlu vardı. Batıdaki odanın güney ve batı tarafında camlı iki pencere vardı. Ev sahibi nalbantlıktan duvar örmeye kadar her işte becerikliydi. Kırk altıda köyde evin yerini satıp evin malzemeleri ile buraya kardeşine ve kendine birer ev yapmışlardı. On metre uzunluğunda sade çıradan tavanda kötellerin (ağaç kiriş) altında ma (ağaçtan büyük kiriş) vardı. İlk defa toprak damın altındaki çapkıların (Küçük kısa ağaç dalı) yerine kamıştan hasır örmüş daha temiz bir tavan görüntüsü vermişti. Elli santimetre genişliğe varan taş duvarın iç kısmını da güzelce sıvamıştı.
Batı tarafındaki pencerenin hizasına bir ışık asılmıştı. Evin büyük kızı ışığı pencereye koydu ve camını yumuşak bir bezle sildi, şişedeki gaz yağına ve fitiline baktı. Işık camının arkasındaki yuvarlak aynayı da iyice sildi. Artık ışık yakılabilirdi. Diğer köylerde olduğu gibi şehre on kilometre mesafedeki bu köyde de elektrik yoktu.
Diğer oda mutfak ve banyo olarak kullanılıyordu. İç batı tarafına bir puhara (odun ocağı) yapılmıştı. Soğuk kış günlerinde de ısınmak için kullanılıyordu. Ocakta yemek pişmişti. Hemen ocak demirinin üzerine ekmek saçı kondu. Yeterli çörek pişirilip diğer odaya geçildi. Hep beraber yemek yenilip kalkıldı. Evin kadını her zaman yemek için acele ederdi. Konuşmayın, yemeğinizi yiyin diye tembih etmeyi unutmazdı.
Güneşin kendisi kaybolmuştu ama ışıkları halen denizin üzerinde ve gökyüzünde görünüyordu. İskele de cami ışıkları ve sokak aydınlatma lambaları da yavaş yavaş yandı. Evden bakınca her tarafta kızıllık vardı. Sonbahar körfezi o kadar güzelleştirmişti ki insana doyumsuz bir yaşam zevki veriyordu.
Hava ılık ve durgundu, rüzgâr da yoktu. Bölgede üç çeşit rüzgârdan söz edilebilir. Yazın esen meltem, kışın esen yarıkkaya ya da şark ve poyraz.
Meltem, tüm yaz boyunca Doğu Akdeniz’de düzenli olarak esen güney batılı rüzgârdır. Özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında hem çok düzenli hem de kuvvetli olarak eser. İnsanı rahatsız eden bir rüzgâr değildir.
Yarıkkaya ya da şark yeli. Deli deli, etkili bir şekilde esen bir rüzgârdır. Yarıkkaya aslında İskenderun’da kıyıya dik Amanos Dağı eteklerinde iki dağın arasında oluşmuş derin bir yarıktır. Deniz yüzeyinden yukarıya dağın birden yükselmesi yazın dağda nemli duman oluşumuna, kışın da sert esen bu yarıkkaya ya da şark yeline neden olmaktadır.
Poyraz kış aylarında çok etkilidir. İnsanın kemiklerini sızlatır. Esiyorsa neyin var neyin yok giyinmelisin. Çok gerekmedikçe dışarıya çıkmamak gerekir.
Kapı çaldı. İçeri giren kısa zayıf yapılıydı. Selam verdi.
- Hoş geldin Hösün.
+Hoş bulduk Dayı.
- Buyur otur.
Işığın hemen altına bir minder ve yastık kondu. Ufak çocuklar gelenin ellerinden öptüler. Kendisi de yastığa dayandı ve bu arada kapı tekrar çaldı. Gelen uzunca boylu zayıf esmer biriydi. Selam verdi. Hösün ona da "Nasılsın Dayı?" dedi.
Artık gece kendini göstermiş şehrin ışıklarından etkilenmeyen yerler karanlımıştı. Şehir ışıkları uzak mesafeden de olsa buraları aydınlatıyordu. Oda bayağı kalabalıklaşmıştı. Kadınlar ve çocuklar duvar kenarına sıra sıra dizildiler. Hösün’ün gözünü uyku tutmuştu. Biraz uyukladı.
Sabah namazla birlikte kalkar Gasana’ya (Gaz Hane – Petrol Ofisi) çalışmaya giderdi. İşten de geç vakit gelirdi.
“Hösün uyumadan yapamıyorsun. İstanbul’a gittin. Anlat bakalım. Ne gördün? Ne yaptın?”
Hafif uyku rahatlattı. Doğruldu. Etrafına bakındı.
“Dayı anlatacak çok şey var. Önce Şefik Bey'in hepinize selamı var. Beni iyi bir ağırladı gezdirdi.”
Şefik Bey deniz birliğinde sağlıkçı astsubaydı. Bir zaman önce ona evlerinde bir oda vermiş orada eşi ile birlikte kalmıştı. Dost olmuşlardı. Mektuplaşıyorlardı.
“Akşam otobüsünden bilet almıştım. Garajda otobüsün Anteke'den (Antakya) gelmesini bekledik.” diye başladı. Otobüsün garajdan ayrılışına kadar olan zamanı anlatması neredeyse on beş dakika sürdü. Sanki yazılı bir kitaptan okuyor gibi tüm ayrıntıları anlatıyordu.
“Yanıma bir tutacağı ve birde asma kilidi olan tahtadan yapılmış valiz almıştım. İçine bahçeden topladığımız şeker portakalı ile mandalin (mandalina) koydum.” dedi.
Anlatmaya devam ediyordu. Adana’ya varmıştı. Böyle giderse yirmi dört saat İstanbul’a varmasına yetmeyecekti. Dayısı dayanamadı.
“Hösün” dedi. “Biraz atlayarak gitsen. Biz İstanbul’u merak ediyoruz.”
Adana’yı atladı ama Tekir’e çıkışın nasıl zor olduğunu etraflıca anlattı. Beyni sanki tüm yolculuğun fotoğrafını çekmişti. Ona bakıyor oradan anlatıyor sanırdınız. Hiçbir şeyi atlamadan tüm ayrıntıları söyledi. Ama dinleyenlerin o kadar zamanları yoktu. Akşam erken yatıp sabah işlerine bakmalı idiler.
Nihayet. Anlatılması gereken çok şey vardı ama İstanbul’a ulaşıldı. Otobüs durağındaki bağırış çağırışı söylemeden olmazdı. Sanki dünya oraya toplanmış da oradan yeniden dağılıyor gibi gelmişti. Simsarlar birini çekiyor öbürünü bir yerlere sanki zorla götürüyorlardı. Bunları unutamazdı. Aklına WC geldi.
Şeklini, konumunu anlattı. Girdiği yeri de anlattı. Kapı arkalarındaki yazıların müstehcen olmayanları da söyledi. Ödediği para miktarını da söyledi. Masadaki kolonyanın markasını söyleyecekti ki. Dayısı dayanamadı.
“Çık hösün şu tuvaletten artık yahu.” Dedi. “Gece yarısı oldu.” Dayısı bayağı kızmıştı. Sert sert konuşuyordu.
“Biz İstanbul’un tarihi yerlerini, camilerini, boğazı, Haliç'i merak ediyorduk. Sen bize WC anlatıyorsun. Artık bunları başka zaman anlatırsın. Çok geç oldu. Artık gitmeliyiz.” dedi ve kalktı.
Bir akşam oturması sona ermişti. Denizle birlikte şehir pırıl pırıldı. Körfezin şehre yakın yerlerinde gemiler vardı. Devasa petrol tankerleri, daha küçük yük gemileri. Balıkçı tekneleri. Işıkları hem kendilerini hem de çevresini aydınlatıyordu. Elektriği olmayan bu yerleri ışıtıyordu. Dileğimiz o ki, gün olur bir gün, bu insanlar da bu güzel nimetten faydalanır. Hayatları kolaylaşır, mutlu bir hayat sürerler.